Amarcord, Kimliksiz Bir Toplumun Kimlik Fantezisi

Fellini'nin Amarcord'u üzerine

Faşizm, toplumun ve hakim ideolojinin tüm aygıtlarında kendisini gizli bir biçimde gösterir; toplumun kodlarına bir kez işlendiğinde, insan ilişkilerinin en küçük ayrıntılarında dahi varlık kazanır. Fellini, Amarcord'da faşizmin toplum içine sinmiş, kabullenilmiş, vazgeçilmez havasını adeta toplumun işleyişinin çarkı haline getirerek yansıtmış ve faşizme teslim olmuş bu toplumu fazlasıyla karikatürize, çocuksu bir yapıda göstermiş. Bu çocuksuluğa içkin olan faşizm, toplumun herhangi bir anında ve yerinde kolaylıkla patlak verebilir. Fellini, faşizmin yapısını incelemek yerine faşizme gebe olan ve bir sınıf bilincinin oturmadığı çocuksu toplumu canlandırmaktadır. 

Çocuksu toplum dediğimiz şeyi açacak olursak: Hayal etmeyi hayalin kendisinden çok seven, elinden tutulmadığında hareket edemeyen, sorumluluk duygusunun neredeyse olmadığı, kural koyucu olarak bir “baba” (Mussolini vb.), libidinal haz sağlayıcısı olarak bir “anne” figürünü (tütüncü kadın) arayan ve arzulayan toplum. Böyle bir toplumda rasyonel hiçbir öğeye rastlamayız. Çocuksu olan her hareket ön plandadır; kar yağdığı zaman çocuklar gibi kar topu oynar, baharda uçuşan çiçeklerin peşinden koşar, el şakaları yaparlar, üst sınıfın hayatını izlemek de onlar için büyük bir eğlencedir. Öyle ki filmde hem çocukların hem de toplumun hayalleri ve burjuva sınıfının hayatlarına imrenme ile bakmaları arasında bir paralellik oluşturulmuştur.

Filmde belirli bir ana kahraman olmamasıyla beraber bazı karakterler izleyiciyle iletişime geçer. Özdeşleşecek bir ana kahraman bulamayan biz, kendimizi o toplumun bir parçası olarak görürüz. Sürü halindeki toplumun bir üyesi halinde, onlarla beraber bir oraya bir buraya sürükleniriz, onlar gibi faşizmin hakimiyetine çok çocuksu ve apolitik bir biçimde tanıklık ederiz. Film, çocukluğumuzda defalarca karşılaştığımız ve tanıdığımız karakterler ile doludur. Fellini, gayet açık bir şekilde izleyicinin filmde ve o sokaklarda bulunmasını, kendini oraya ait hissetmesini ve faşizmin hakimiyetine pasif olarak izleyici rolü almasını ister; izleyiciye kimliksiz bir toplumda silik bir kimlik kazandırır.

Žižek’in Matrix filmi için yaptığı ‘üçüncü hap’ örneklemi, Amarcord filmini betimlerken kullanılabilir. Film, diğer haplar gibi ne gerçekliği saf bir şekilde, ne de gerçekliğin ilüzyonunu sunuyor; onun yerine, gerçekliği fantezi biçimiyle ele alıyor ve o fantezilerin gerçekleşmesinin burukluğunu, filmin sonunda Gradisca’yı evlendirerek gösteriyor. Fellini, gerçeklikten kopuk bir fanteziler ortamında yaşayan bu toplumun, fantezilerinin ucunun ne zaman gerçekliğe dokunduğunu göstererek kendi toplumuyla dalga geçiyor.

Toplumun rasyonelitesinin eriyip yerine saf bir fanteziyi bırakması, psikanalitik açıdan bakıldığında ego’nun id’e teslim olmasıyla özdeşleştirebiliriz. Freud şöyle diyor: “Tıpkı attan düşmek istemediği için başka çare kalmadığında, atın onu kendi istediği yere götürmesine razı olan binici gibi, ‘ego’ da ‘id’in isteklerini, kendi istekleriymişçesine eyleme geçirmeye gayret eder.” Rasyonalitenin, yani ego’nun, “saf arzular akıntısı” içinde silikleşmesi sonucu, preödipal halde bulunan toplumun, faşizmin çektiği yöne doğru kendini bırakması çok olağandır.

Bu rasyonalite karşıtlığını filmde bir sahnede daha görüyoruz. Faşistlerin kutlamalar yaptığı esnada kilise çanının yanına yerleştirilmiş bir gramofondan enternasyonal marşı çalmaya başlar, faşistler yukarıda duran gramofona silahlarıyla ateş açar, bu son derece komik olan sahne gramofonun yere düşmesi ve faşistlerin sevinciyle son bulur. Halkı barışa çağıran, analizimizin çerçevesinde rasyonalitenin sembolü olan enternasyonal marşı yerinden indirilir. Kilise çanı ve onun simgesel anlamı sadece faşist ideolojiye hizmet etmektedir ve öyle kalacaktır.

İlerleyen sahnelerde deli amca, ağacın tepesine çıkar ve “Bir kadın istiyorum!” diye bağırmaya başlar. Onu yukarıdan indirmek isteyenlere bu kez taş atan odur, saf bir fantezinin yüceltilmesi işte filmde bu şekilde yansıtılmıştır. Fellini, halkını ve ideolojisini bir deli yerine koymaktadır; rasyonel olanın yerle bir edilip, fantezilerin göklere çıkarılmasını yüzümüze böyle vurmaktadır.

Filmdeki Rex adlı geminin emperyalizmi temsil ettiği gibi okumalar da yapılabilir, fakat bu biraz vasat bir yorum olacaktır. Bu devasa gemi daha çok ideolojiyi temsil etmektedir; kitlelerin onun rahatlatıcı ve onurlandırıcı ihtişamına koşarak gittiği, tüm halkın her şeyi terk edip sandallara atlayıp onu görmek için kürek çektiği bir gemidir bu. Gemiyi görmeye giden halk sahnesinde bir adam, izleyiciye şu soruları sormaktadır: “Bu insanlar nereye gidiyor? Bu kadar heyecanlı bir şekilde nereye gidiyorlar? Sizlere nedenini söylemek isterdim ama yapamam çünkü nereye gittikleri hala belirsiz.” Bu adamın söyledikleri, Marx’ın ideoloji tanımına benzemiyor mu? “Bilmiyorlar ama yine de yapıyorlar”.

Fakat, ilginç bir detay daha var; adam bu sözleri söylerken araya biri daha girer ve şöyle der: “Bugün ülkemiz ve vatanımız için çok büyük bir gün!”. Daha sonra halkın heyecanlı bir şekilde bu geminin büyüklüğü ve görkemi hakkında konuşmaları gösterilir. Bu da Žižek’in “Biliyorlar ama yine de yapıyorlar” deyişini desteklemiyor mu? Gemi, ideolojinin simgesi olarak toplumu kendisine çekmektedir, toplum ne yaptığını gayet iyi bir şekilde bilerek, ‘hayal’lerini süsleyen bu ideolojiye koşarak gitmektedir. Arkalarında bıraktıkları kasabada, toplumdan dışlanmış olan bir fahişeden başka hiç kimse yoktur artık. Kör bir ideoloji, geride bırakılan boş bir kasabaya sebebiyet verir, çünkü ideolojinin hedeflediği şey o kasaba değil saf fantezilerdir. Gemi sahnesinden sonra kasabayı kaplayan, ideolojinin kör ediciliğini betimleyen yoğun bir sis, kasabalıları göz gözü görmeyen bir yolda kendi evini dahi göremeyecek bir duruma düşürecektir.