Aşkın aldatıcı hafızası
Hangi aşklar aklınızda kaldı?
Bazen düşünüyorum: O an hissettiğim şey gerçekten aşk mıydı, yoksa o anın büyüsüne kapılmış bir yanılgı mı? Zaman geçtikçe bazı hisler sönüyor, bazılarıysa tuhaf bir şekilde parlıyor. Belki de sadece hafızanın merceğinden geçtiği için biz istediğimiz gibi hatırlıyoruz. Proust’un dediği gibi, “geçmişi yeniden yaşamıyoruz, onu yeniden inşa ediyoruz.” Yani belleğimiz aşkı olduğu gibi değil, hatırlamak istediğimiz gibi saklıyor.
İlk bakışta kalbi yerinden çıkaran o his, çoğu zaman sadece “hoşlanma”yla, hatta “merak”la harmanlanmış bir ateş olabiliyor. Psikolojide buna limerence diyorlar: yoğun, yakıcı ama genellikle geçici. Biz onu aşk sanıyoruz, çünkü bedenimiz de zihnimiz de o sırada başka bir açıklama bulamıyor. Olur ya, geçmişe dönüp bakınca bu muydu bana onca acı çektiren dediğimiz, hani o hisler hiç yaşanmamış gibi gelir. Sorarım öyle zamanlarda kendime. Ya hafızamdan sildim ve tüm hislerim gerçek bile olsa artık yaşanmamış sayılır ya da bir oyunun içine attım kendimi ve aşk diye kandırdım beynimi. Peki o zaman tüm bu ihtimaller içinde gerçek aşk neydi? Belki de tutkuyla yaksa da pes etmediğin, çabayla yoğurduğun, büyürken özgürleştiren ve sonunda seni kalıcı bir sevgiyle onurlandıran şeydi.
Bazen de yarım kalanlar geliyor aklıma… Hep idealize edilen, “acaba tamamlasaydık ne olurdu?” diye kurulan o hayaller. Ama yıllar sonra karşılaştığında anlıyorsun: O kişi senin zihnindeki kişi değilmiş, belki hiç olmamış dedirten bir yabancılık çöküyor. Yine de, eğer uzun zaman geçirilmiş, anılar paylaşılmış biriyse, o ilişki bitmiş olsa bile bir köşede hep kıymetli kalıyor. Ama bu da yıpranmanın dozuna bağlı; çok yara aldıysan, hafızanın merceği bile onu güzelleştiremiyor.
Bazı aşklar aslında hiç yaşanmamış gibi geliyor sonradan, bazılarıysa hiç eskimiyor, sadece başka bir forma bürünüyor.
Ve en sonunda hep aynı soruya geliyorum:
Aşk, gerçekten yaşandığı anda mı daha gerçektir, yoksa hafızamızda şekillendiği hâliyle mi?