Ateş Çemberinin Ortasında Satranç Tahtası: Doğu Akdeniz
Doğu Akdeniz ile çevre coğrafyanın kısa tarihi ve bölgedeki dinamikler.
Geçmişten günümüze yer altı ve yer üstü zenginliğinden dolayı pek çok siyasi ve askeri çatışmaya sahne olmuş olan Doğu Akdeniz coğrafyası, günümüzde de politik ve diplomatik olarak ülkelerin karşı karşıya gelmekte olduğu bir durumda. Bu coğrafyada önemli bir aktör ülke konumunda olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti ise bu bölgede yaklaşık 1000 yıllık bir geçmişe sahip.
DENİZLERİN TARİHİNDE TÜRKLER
1071’de Büyük Selçuklu Hükümdarı Alp Arslan’ın Malazgirt Zaferi ile birlikte Anadolu’ya giriş yapmasının ardından Akdeniz coğrafyası ve medeniyetine de dahil olmuş olan Türkler, savaştan galip gelmelerinin ardından beylikler şeklinde Anadolu’ya yayıldı. Günümüz İzmir sınırlarında kendi beyliğini kuran Çaka Bey, denizcilik adına çalışmalarını yoğunlaştırdı ve Ege açıkları başta olmak üzere Akdeniz’de ses getirecek bir şekilde donanma kurdu. Bu olayların nezdinde “İlk Türk Amirali” olarak kabul edilen Çaka Bey böylelikle Türklerin Doğu Akdeniz hikayesini başlatan isim olmuş oldu.
Osmanlı döneminde denizciliğin altın devri olarak kabul edilen 15. ve 16. yy’da başta Doğu Akdeniz olmak üzere denizlerde önemli başarılar elde etti. 1470 Eğriboz, 1480 Otranto, 1522 Rodos, 1538 Preveze, 1560 Cerbe ve 1571 Kıbrıs zaferleriyle denizlerde gücünü daha da arttıran Osmanlı Devleti; 17. yy sonlarına doğru denizlerdeki gücünü koruyamadı. Osmanlının kırılan gücünden faydalanan emperyal Batılı ülkeler, Osmanlı himayesindeki bölgelerde iç ve dış karışıklıklar yaratarak bölgeye hakim olma mücadelesi başlattılar. 1821’de Mora’nın elden çıkmasıyla başlanan süreci; 1830’da Mağrip ülkeleri, 1878’de Kıbrıs, 1882’de Mısır, 1913’te Girit ile Ege Adaları ve son olarak 1918’de Suriye, Lübnan, Filistin havzasının kaybedilmesi ile Türklerin yaklaşık 100 yıl içerisinde bölgedeki politik gücü oldukça sarsılmıştı. Kaybedilen bölgelere ağırlıklı olarak İngiliz ve Fransız kuvvetlerinin işgali ile bölgedeki karışıklık daha da artmış oldu.
CUMHURİYET DÖNEMİ, HATAY VE YAVRU VATAN KIBRIS
1919-22 yılları arasında verdiği Milli Mücadele ve 1923 yılında cumhuriyetin ilanı sonrasında hızla kalkınmaya başlayan Türkiye Cumhuriyeti, Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün sıkı çalışmalarıyla Hatay’ı vatan topraklarına katmak için Fransız hükümeti ile temaslarda bulundu. Yaklaşık 15 yıl süren ve 1939 yılında sıkı bir diplomasi trafiği sonucunda vatan topraklarına katılan Hatay şehri, ilerleyen zamanlarda Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Orta Doğu’daki siyasi ve askeri mücadelelerinde önemli bir güç oldu. Örneğin; Türk kıta sahanlığının daha geniş alana yayılma, Kıbrıs havzasındaki Türk hakimiyetini coğrafi açıdan daha da güvence altına alma ve Türkiye’nin güney sınırındaki yasa dışı güçlerin denize ulaşmasını engelleme konusunda Hatay büyük bir önem taşımış oldu.
1939-45 yılları arasında gerçekleşen İkinci Dünya Savaşı sonrasında ağır bir şekilde mağlup olan Mihver Devletleri’nden olan İtalya, Ege’deki siyasi varlığı olan 12 ada ve çevresini Yunanistan’a bıraktı. Adaların Yunanistan’a geçmesi ile birlikte Yunanların kıta sahanlığı daha da arttı. Bu gelişme sonucunda Türk kıta sahanlığı daha da kitlendi ve uzun yıllar devam edecek olan Türkiye-Yunanistan arasındaki kıta sahanlığı sorunu ilk kez bu dönemde gündeme geldi.
1950’li yıllarda seslerin yükselmeye başladığı Kıbrıs adasında sorunlar ilk kez ciddi anlamda büyük hasarlara yol açtı. Örneğin; Türk, Rum ve İngiliz tebaanın birbirleri arasındaki fiziki ve psikolojik savaş, Ada’da zamanla kemikleşmiş bir sorun halini alacaktı. Özellikle Rumların zamanla ayaklanması Britanya yönetiminin sert politikalar yürütmesine sebep olmuş, Kıbrıs’ta Türk ve Rum halkına yönelik baskılar yürürlüğe girmişti. Türk ve Yunan tarihinin okutulması, iki ulusun da milli kahramanlarının resmedilerek sergilenmesi, Britanya hükümeti tarafından yasaklanmıştı. 1955 yılında ilk kez bir araya gelerek komün bir şekilde hareket eden Rum bir çete örgütü olan EOKA, 1960 yılına dek Kıbrıs’ı yöneten Birleşik Krallık’a karşı silahlı çatışmalara girmesi ile beraber Ada’da ipler iyice gerildi. 1959 yılında Demokrat Parti iktidarındaki Türkiye, Yunanistan ve Britanya ile bölgenin garantör ülkeleri olmayı garantileyen Zürih ve Londra Antlaşmaları ile bölgedeki barış ve istikrarı hukuki bir zemine dayandırdılar. 1960 yılına gelindiğinde Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmuş oldu. Yanı sıra Ağrotur ve Dikelya’da iki askeri üste İngiliz bayrakları dalgalanmaya devam edecekken yeni kurulan cumhuriyetin cumhurbaşkanı, ada nüfusunun yüzde 70’ini oluşturan Rumlardan; başbakan ise nüfusun %30’unu oluşturan Türklerden seçilecekti.
1960’lı yıllar yalnızca Kıbrıs değil tüm Doğu Akdeniz’de sorunların ve karmaşaların yüksek seviyede olduğu bir dönem olacaktı. Evvela 27 Mayıs 1960 tarihinde Türk ordusu tarafından yönetime el konması ve Demokrat Parti kurmaylarının yargılanarak ve aralarından üç ismin – Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan – idam cezasına çarptırılması başta çevre ülkeler olmak üzere dünya kamuoyunda geniş yer buldu. 1963 yılında Kıbrıs topraklarında her ne kadar 3 yıl öncesinde adeta yeni bir sayfa açılmaya karar verilse de Rum terör örgütü EOKA’nın bir Türk evine baskın düzenleyerek katliam yapması bölgedeki tansiyonun tekrar artmasına sebep oldu. 1967 yılında İsrail ve Arap ülkeleri arasında gerçekleşen 6 gün savaşları; İsrail’in mutlak zaferi ile ulaştı ve bu savaş sonucunda İsrail, Sina Yarımadası, Gazze, Batı Şeria ve Golan Tepelerini topraklarına kattı. Daha sonra 1979 yılına gelindiğinde dönemin Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat ile karşılıklı yürütülen diplomasi sonucunda Sina Yarımadası ve çevresinden çekilmiş olsa da diğer bölgelerde hak iddia etmeye devam etti.
1974: MEHMETÇİK KIBRIS’TA
Bu olaylar dışında Libya’da Muammer Kaddafi’nin askeri müdahale ile beraber başa gelmesi, Mısır’da Cemal Abdünnasır’dan boşalan Enver Sedat’ın Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturması gibi pek çok gelişmeyle beraber Doğu Akdeniz ve Orta Doğu bölgesinde 1970’li yıllara hızlı bir giriş yapıldı. 1963 yılından bu yana inişli çıkışlı bir şekilde de olayların devam ettiği Kıbrıs Cumhuriyeti’nde 1974 yılına gelindiğinde ipler kopma noktasına geldi. Halihazırda Kıbrıs Başpiskoposu III. Makarios’un tartışılan politikalarının üstüne EOKA terör örgütü lideri Nikos Sampson tarafından gerçekleştirilen darbeyle tüm gözler Kıbrıs adasına çevrildi. Türk karşıtı politikalarıyla ve Türk halkına karşı yaptığı katliamlar ile bilinen Sampson’u, Kıbrıs Türklerinin önde gelen isimlerinden Rauf Denktaş verdiği bir demeçte; “Biz Makarios’tan daha beter kim gelebilir derken Sampson’u (darbenin öncüsü) gördük.” Şeklinde belirterek durumun ciddiyetini beyan etti. Yönetimin ele geçirilmesiyle palaspandıras bir şekilde Kıbrıs’ı terk eden Makarios, Malta’ya kaçtı. Diplomatik ve hukuki yolları deneyen fakat bir sonuca varamayan Türkiye hükümeti, 1959 yılında imzalanan Zürih ve Londra Antlaşmalarının 4. Maddesine dayanarak 20 Temmuz 1974 tarihinde Kıbrıs’a çıkarma yaptı. Sabah 06.10 sularında başlayan bu çıkarmaya dair basına ilk açıklamayı dönemin başbakanı Bülent Ecevit yaptı. Ecevit açıklamasında: “Türk Silahlı Kuvvetlerinin Kıbrıs’a indirme ve çıkarma hareketi başlamış bulunuyor. Allah; milletimize, bütün Kıbrıslılara ve insanlığa hayırlı etsin. Bu şekilde insanlığa ve barışa büyük bir hizmette bulunmuş olacağımıza inanıyoruz. Öyle umarım ki kuvvetlerimize ateş açılmaz ve kanlı bir çatışmaya yol açılmaz. Biz aslında savaş için değil, barış için ve yalnız Türklere değil, Rumlara da barış getirmek için adaya gidiyoruz.” İfadelerinde bulunarak askeri operasyona dair açıklık getirdi. 2 günlük süren operasyonun ardından taraflarca ateşkes kararı alındı. Harekat sonucunda 7 günlük Sampson Hükümeti düşerken 1967 yılında “Albaylar Cuntası” olarak bilinen cunta hükümeti, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Kıbrıs’taki başarısı hasebiyle görevi bıraktı ve 1967’deki darbeden bu yana Fransa’da sürgünde olan Kostantinos Karamanlis görevine geri döndü. 20 Temmuz’da TSK’nın gerçekleştirdiği harekat iki cunta hükümetinin düşmesine vesile olduğundan dünya kamuoyunda demokrasi getiren bir hamle olarak kabul görmüş ve olumlu bir şekilde karşılanmıştı.
Harekatın akabinde mutabık kalınan ateşkesten sonra devletlerarası yapılan görüşmelerde nihai bir sonuca varılamaması ve Kıbrıs’ta kimi eşkıyaların Türk insanını katlettiği haberlerinin gelmeye devam etmesi üzerine Türk hükümeti 14 Ağustos 1974’te “Ayşe Tatile Çıksın” parolası ile ikinci harekatı başlattı. İkinci harekat sonucunda Mağusa-Lefke hattına ulaşan Türk ordusu adanın yüzde 38’ini kontrol altına aldı. Türkler her ne kadar ikinci harekat sonucunda dünya kamuoyunda olumsuz bir şekilde yer alsa da Türkiye Cumhuriyeti, 1976’da adanın kuzeyinde Kıbrıs Türk Federe Devleti’ni kurdu. 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti adını alacak olan devlet, ilerleyen yıllarda Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de önemli bir güç olmasında pay sahibi olacaktı.
80’Lİ YILLAR: KIZIŞMAYA BAŞLAYAN ORTA DOĞU VE DOĞU AKDENİZ
1980’li yıllarda daha da kızışmaya başlayan Orta Doğu coğrafyasında 8 yıllık Irak-İran savaşı damga vurdu. 1980-88 yılları arasında Türkiye sınırlarına oldukça yakın bir bölgede gerçekleşen bu savaş doğrultusunda Türkiye, odak noktasını Orta Doğu’ya çevirdi. 90’lı ve 2000’li yıllarda da geçmiş yıllara nazaran daha az ses getiren Doğu Akdeniz Meselesi, 2010’lu yılların ortalarına doğru Batılı enerji şirketlerinin Akdeniz havzasında yüklü miktarda bulduğu petrol ve doğalgaz rezervleri ile yeniden gündeme geldi. BBC’nin 2022 yılındaki haberinde yer aldığı üzere; 2018 yılında İtalyan enerji şirketi ENI’nin bölgedeki araştırmaları sonucunda Lübnan – İsrail havzasında keşfettiği tahmini 3.5 trilyon metreküp doğalgaz rezervi ile Doğu Akdeniz, tekrardan gündeme geldi. 2021 yılı istatistiklerine göre Türkiye’nin yıllık tükettiği doğalgaz miktarı 57 milyar metreküp iken keşfedilen bölgedeki rezervler bu sayının 60 katına tekabül etmekteydi. Aynı zamanda ABD Jeolojik Araştırmalar Merkezi’nin raporlarına göre Mısır’ın Nil Havzası olarak adlandırdığı deniz bölgesinde 1,8 Milyar varil petrol, 6,3 trilyon metreküp doğalgaz ve 6 milyar varil sıvı doğalgaz rezervi olduğu öne sürüldü. Aynı zamanda Nil Havzasının batısında kalan Heredot havzasının da 3,5 trilyon metreküp doğalgaz bulundurduğu da iddia edildi. Ayriyeten Türkiye Petrolleri’nin de Heredot havzası civarında 3.000 km² gaz hidrat yatağı olduğunu ileri sürdü. Bu miktardaki gaz yatağının AB’nin 30 yıllık gaz ihtiyacını karşılayabileceği aktarıldı.
SORUNLARIN ÇATIŞMA NOKTASI: KITA SAHANLIĞI VE MÜNHASIR EKONOMİK BÖLGE
1958 yılında beyan edilen Cenevre Deniz Hukuku Sözleşmesi ve ardından 1982’de Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi kapsamında açıkça ifade edilen Kıta Sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölge kavramları her ne kadar hukuki bir zemine dayandırmış olsa da bölgedeki karşılıklı anlaşmazlıkların son bulmasına yeterli olmadı. Türkiye özelinde bakıldığında; Ege’de Yunanistan ile karasuların genişliği sorunun yıldan yıla ilerlemiş olması, Doğu Akdeniz’de Yunanistan, Mısır, GKRY gibi ülkeler başta olmak üzere birkaç ülke ile yaşanan ihtilaflar pek çok gelişmelere sahne oldu. Özellikle başta İtalyan şirket ENI’nin yaptığı keşifler olmak üzere Amerikan ExxonMobil, Fransız Total, İngiliz BP ve İngiliz-Hollandalı Shell enerji şirketlerinin bölgedeki faaliyetlerinin artması ve bununla beraber GKRY’nin ekonomik zorluklar nedeniyle kendi Münhasır Ekonomik Bölgesi’ni (MEB) 13 parçaya parselledi. Parsellenen bölgelerin işletim haklarını da çeşitli enerji şirketlerine devretmesi ile olaylar daha da kızıştı. KKTC üzerinden Türkiye’nin hakkı olduğu alanlar ile GKRY’nin hak iddia ettiği Mağusa bölgesi karşılıklı anlaşmazlıkları daha da tırmandırdı. 2019 yılında İsrail, GKRY ve Yunanistan EastMed adını verdikleri proje üzerinde anlaşma sağladı. Projeye göre Doğu Akdeniz’deki doğalgaz İsrail’in hakimiyetinde olan Levaithan Gaz Sahasından başlayıp Kıbrıs Adası’nın güneyinden Yunanistan’ın Girit adasına ulaşacak ve akabinde İtalya üzerinden Avrupa’ya taşınacaktı.
Bu proje ile başta Türkiye’nin bölgede pasif kalması ve Rusya ile İran’ın doğalgaz hasılatının sekteye uğratılması amaçlandı. Fakat 27 Kasım 2019’da Türkiye ve Libya’nın deniz yetki alanlarını karşılıklı olarak tescil edilmesi ile Türkiye tarafından EastMed Boru Hattı projesine ilk darbeyi vurmuş oldu. 2020 yazında, Türkiye ile Yunanistan arasında karşılıklı NAVTEX ilanları ile gerçekleşen soğuk gerilim, Türkiye’nin sondaj gemisi Oruç Reis’in bölgede faaliyetlere bulunmaya devam etmesi ve kararlılığını sürdürmesi Doğu Akdeniz meselelerinde önemli bir dönemeç oldu. 6 Ağustos 2020’de Yunanistan’ın Mısır ile deniz yetki alanlarında mutabık kalması ile Türkiye’nin başta Yunanistan olmak üzere Mısır ile de ikili ilişkilerinde gerilimler yaşandı. Bölgedeki gerilimi sonlandırmak amacıyla arabuluculuk faaliyetlerinde bulunan dönemin Almanya Hükümeti; Türk ve Yunan heyetleri ile görüşerek bölgedeki suların durulması için çağrıda bulundu. Kasım 2020’de Oruç Reis Sismik Araştırma Gemisi’nin Antalya Limanı’na geri dönmesi ve Türkiye ile Yunanistan arasında istikşafi görüşmelerin başlaması ile 2020 yazındaki gergin ortam gitmiş oldu.
BÖLGEDEKİ TOPLAM ENERJİ MİKTARI TÜRKİYE’YE 600 YIL YETECEK KADAR
Tüm araştırmalar göze alındığı zaman Türkiye’nin yetki alanlarında bulunan hidrokarbon olarak adlandırılan petrol, doğalgaz gibi enerji kaynaklarının yaklaşık olarak Türkiye’nin 600 yıllık ihtiyacını karşılayacak durumda. 2021 yılı verilerinde göre doğalgaz rezervinde 47 milyar metreküp birinci sırada bulunan Rusya’yı ikinci olarak 33 milyar metreküp ile komşu ülke İran takip ediyor. Şubat 2022’de patlak veren Rusya – Ukrayna savaşı ile başta Avrupa ülkelerinin uygulamaya başladığı ambargonun Kasım 2022 itibariyle Avrupa kıtasının doğalgaz ihtiyacı ile ambargo politikalarında hafiflemeye gitmesi Avrupa için doğalgazın ne kadar önemli olduğunu gösterdi. Türkiye’nin Akdeniz’de petrol ve doğalgaz kaynaklarını işleyip kullanıma hazır hale getirdiği takdirde elinde bulunduracağı büyük miktarda enerji ile Avrupalılar tarafından Rusya’nın alternatifi olarak görüleceği tahmin ediliyor. n alternatifi olarak görüleceği tahmin ediliyor.