Babygirl: Arzu ve Gücün Tehlikeli Dansı

Özgürlük gerçekten kontrolü bırakmak mı, yoksa hiç sahip olmadığımızı fark etmek mi?

Bazı hikâyeler yalnızca bir aşkı anlatmaz. Kimi zaman, bir kimliğin gölgeler arasındaki çatışmasını, görünmez güçlerin dengeleri nasıl altüst ettiğini ve bastırılmış arzuların bilinçaltından sızarak kaderi nasıl yeniden yazdığını bizlere fısıldar. Gerçek ile yanılsama iç içe geçerken, karakterler yalnızca sevmekle kalmaz—kendilerini, dünyayı ve en çok da gizlediklerini keşfetmek zorunda kalırlar.

Halina Reijn’in Babygirl filmi, izleyiciyi huzursuz eden, sınırları zorlayan ve insan zihninin karanlık köşelerine dokunan bir yapım. Gücün ve teslimiyetin iç içe geçtiği, bir kadının kendi yarattığı altın kafeste sıkışıp kaldığı bir hikâye. 

Nicole Kidman'ın canlandırdığı Romy, ilk sahnelerde kusursuz bir figür gibi beliriyor—soğukkanlı, kendinden emin, göz alıcı bir duruşa sahip. Teknoloji dünyasında zirveye çıkmış, güçlü bir CEO. Zarafetin, başarılı anneliğin ve mükemmelliğin simgesi. Her hareketi hesaplı, her bakışı ölçülü. Ancak dikkatlice bakıldığında, bu kusursuz maskenin ardında gizlenen bir şeyler var. Yüzündeki donuk ifadede saklı bir yorgunluk, içinde büyüyen bir huzursuzluk… Onu tüketen şey güçsüzlük değil; tam tersine, sahip olduğu gücün bir kafese dönüşmesi.

Ve sonra Samuel giriyor hayatına.

Genç, hırslı, gizemli… Ama onu asıl tehlikeli yapan şey, Romy’nin yıllardır susturduğu taraflarını ona aynalaması. Bu karşılaşma, basit bir çekim ya da geçici bir kaçamak olmaktan çok uzak. Aralarındaki güç dengesi sürekli değişirken, arzunun ve teslimiyetin sınırları da giderek bulanıklaşıyor. Romy’nin titizlikle inşa ettiği dünya, Samuel’in varlığıyla sarsılmaya başlıyor; önce küçük çatlaklar oluşuyor, sonra her şey yavaş yavaş parçalarına ayrılıyor.

Söylenmeyenlerin Gücü

Bana sorarsanız, Babygirl’in en büyük gücü, kelimelere ihtiyaç duymadan hikâyeyi bizlere anlatabilmesi. Diyaloglar çok az ama her şey zaten gözlerimizin önünde. Solgun renk paleti, Romy’nin kusursuz ama soğuk dünyası, titizlikle seçilmiş kıyafetleri… Her detay, onun her şeyi kontrol altında tuttuğunu hissettiriyor.

Samuel ile birlikte bu düzen değişmeye başlıyor. Işık farklı bir tonda yanıyor, kamera daha uzun duraksıyor, sahneler giderek daralıyor. Önceden güvenli ve geniş görünen alanlar bir anda sıkışık, boğucu bir hâl alıyor. Reijn, sessizlik içinde Romy’nin içten içe çözülüşünü hissettiriyor. Hayatı boyunca her şeyi kontrol eden bir kadının, belki de ilk kez, kontrolü elinden bırakmayı düşündüğü anları izliyoruz.

Teslimiyetin Anatomisi: Güç Kimin Elinde?

Samuel’in varlığı, Romy’nin içinde yıllardır susturduğu bir şeyi tetikliyor. Önce kaçıyor, reddediyor, mantıklı açıklamalar bulmaya çalışıyor. Onu yok saymak, kendi içinde güvenli bir mesafe yaratmak istiyor. Ama ne kadar uzak durmaya çalışırsa, o kadar içine çekiliyor. Bu çekim yalnızca fiziksel değil; asıl baştan çıkarıcı olan, kontrolü kaybetmenin tehlikeli cazibesi. Çünkü Romy’nin tüm hayatı, kontrol üzerine inşa edilmiş.

Film, Romy’nin geçmişine dair ufak ipuçları bırakıyor. Katı bir dini eğitim aldığı, disiplin ve itaatin bir kural değil, bir zorunluluk olduğu bir dünyada büyüdüğü seziliyor. Çocukluğundan itibaren, doğru ve yanlış arasındaki sınırların keskin olduğu, kararlarının dış etkenler tarafından belirlendiği bir düzenin içine doğmuş. Güç, hep otoriteye aitti; o da ya itaat edecek ya da sistemin dışında kalacaktı. Peki, şimdi yaptığı şey bir isyan mı, yoksa aslında bilinçsizce hep özlemini çektiği düzene geri dönüş mü?

Babygirl, teslimiyeti bir zayıflık olarak anlatmıyor ve Samuel’i de klişe bir baştan çıkarıcı olarak sunmuyor. Burada bir güç oyunu var ama tahmin ettiğimiz gibi değil. Görünürde ipleri elinde tutan Romy. Daha olgun, daha zengin, daha deneyimli. Kuralları koyan, sınırları çizen, oyunu yöneten kişi o gibi görünüyor. Ama oyun ilerledikçe dengeler değişiyor. Genç, deneyimsiz ve sözde güçsüz olan Samuel, fark ettirmeden üstünlüğü ele geçiriyor. Romy’yi dünyaya değil, en çok kaçtığı yere—kendi içine—bakmaya zorluyor.

Peki, Romy gerçekten kendi isteğiyle mi teslim oluyor, yoksa en başından beri farkına bile varmadan yönlendirilen o mu? Film, bunu bize sorgulatıyor ama asla net bir cevap vermiyor. Ne Romy’yi bir kurban olarak sunup yargılatıyor ne de Samuel’i bir baştan çıkarıcı ya da manipülatör olarak konumlandırıyor. İşte asıl rahatsız edici olan da bu: Güç ve arzu arasındaki sınır o kadar bulanık ki, gerçekte kimin kontrolü elinde tuttuğunu anlamak imkânsız hale geliyor.

Çöküş Kaçınılmaz

Eğer Babygirl klasik bir aşk hikâyesi olsaydı, belki bir kurtuluş ihtimali doğabilirdi. Bir affedilme, bir yüzleşme, belki de ikinci bir şans… Ama bu film bir kurtuluş hikâyesi değil, bir hesaplaşma.

Romy ne kadar derine batarsa, kimliği de o kadar sarsılıyor. Hayatı boyunca inşa ettiği güçlü, kusursuz ve kontrol sahibi kadın imajı yavaş yavaş çatlamaya başlıyor. Samuel ile yaşadığı ilişki yalnızca bir kaçamak değil, çok daha derin bir dönüşüm süreci. Arzunun ve teslimiyetin cazibesiyle mücadele ederken, aslında en büyük savaşı kendi içinde veriyor. Kim olduğu, ne istediği, kontrolü kaybetmenin ona ne hissettirdiği… Tüm bu soruların gölgesinde giderek daha da derine batıyor. Ve sonunda, eşine her şeyi itiraf ettiğinde, bu bize içten bir özür dileme anı gibi hissettirmiyor. Sanki gerçek bir pişmanlık yok. Belki kontrolü yeniden ele geçirmek için bir hamle yapıyor, belki de sadece birinin ona kim olduğunu hatırlatmasını istiyor… Ama gerçekten affedilmek istiyor mu? Yoksa içten içe cezalandırılmayı mı bekliyor?

Film, kapanışı da belirsizlikle yapıyor. Seyirciyi net bir sonla rahatlatmak yerine, sorularla baş başa bırakıyor. Romy gerçekten özgürleşti mi, yoksa sadece kendine yeni bir hapishane mi yarattı? Yaşadığı deneyim ona bir farkındalık mı kazandırdı, yoksa sadece kaçınılmaz bir çöküşün adımlarını mı hızlandırdı?

Ne kadar eleştirilse de, Babygirl’in en büyük gücü izleyiciyi kendiyle yüzleştirme cesareti göstermesi. Film, sınırlarımızın nerede başladığını ve ne zaman bulanıklaştığını sorgulatırken, kontrolün gerçekten elimizde olup olmadığını düşündürüyor. Beklenmedik anlarda nasıl tepkiler vereceğimizi, duygularımızın mantığımızın önüne ne zaman geçtiğini, her şeyin net olduğuna dair yanılsamalarımızın aslında ne kadar kırılgan olduğunu hissettiriyor.

Ve işte filmin asıl sorusu: Gerçek özgürlük ne demek? Gücü ve kontrolü bırakmak mı, yoksa en başından beri hiç sahip olmadığımızı fark etmek mi? Gerçekten özgürleştiğimizde, kendimizle yüzleşmeye hazır mıyız? Yoksa teslimiyet, yalnızca daha rahat bir hapishane mi sunuyor? Günün sonunda, tüm maskeler düştüğünde… Kim olduğumuzu gerçekten biliyor muyuz?