Bataklık
Sabahı umut etmeyen güneş doğamazmış.
Hayatımın son evreleri sanki bana “Yeter artık, çok yaşadın, alalım seni şöyle diğer tarafa” diyordu. Ne bir keyif, ne bir istek, ne bir umut barındırıyordu bünyem. Kafamın içi çamur gibiydi, karanlık bir çamur. Bataklık girdabından sıyrılmaya çalışsam da bataklığın kuralı gereği aşağı çekiliyordum. Nefessiz kalmıştım. Suyun üstündeki ışığı nadiren görebildiğim anlar oluyordu, fakat onlar da fazlasıyla geçici ve kısa süreli oluyorlardı. Bataklığın içine daldırılmış bir dal parçası lazımdı bana. Dala sıkı sıkı tutunurken beni bataklığın dışına sürüklemesi gerekiyordu. Öyle bir dal bulsaydım ayaklarımla bile tutunurdum, öyle bir çaresizlik. Zira bu bataklığın dibi cehennemden farksızdı. Sağa baksan başarısızlık, sola baksan kendine zalimce yargılar, önünde nefret ve sevgisizlik, arkada ise bilinç karanlığı. Bir insan buraya düşmemeliydi. Bir insan çoğu bataklığa girse de bu bataklıktan uzak durmalıydı. Ben ise nasıl bir cesaretle bu bataklığa atlamıştım?
Sanırım bataklığın farkında olmadan düşmüştüm içine. Atladığım falan yoktu. Cesur ve kararlı bir şekilde ormanda yürürken bunlara zıt duygular barındıran bataklığın içinde bulmuştum kendimi. Şimdi ise korku ve şüphecilik, kararsızlık ve endişe içinde çırpınıyordum. Aşağı bakmak istemiyordum, fakat arada bir insan “Kurtulamazsam beni ne bekliyor?” diye baktığım olmuştu. Çok karanlıktı, ölüm vardı işin ucunda. Çeşitli senaryolar çok kez kafamın içinden geçmişti. “Ölümden sonrasında ne yaşayacağım?”, “Ölümden sonrasında sevdiğim ve etrafımdaki insanlar ne yaşayacak?”, “Ölmem bir işe yarayacak mı, fark yaratmadan mı bu dünyadan göçeceğim?” gibi soruların cevaplarını aramıştım. Bazılarının resmini bile çizmiştim. Bataklık başında yapılan cenaze töreni, daire biçiminde etrafa dizilmiş beni sevenler… “Yazık oldu, zehir gibi çocuktu.” söylemleri… En çok dokunan da buydu söylenenler arasında. “Daha çok gençti” veya “Hayalleri vardı” değil. Bana ve potansiyelime yazık olması.
Hayatımda beni ikna eden çok az şey vardı, bunlardan biri ise potansiyelim olduğuydu. Sanırım bunu kendim görüp fikir yürüttüğüm için aklıma yatıyordu, ya da çok fazla duymuştum. Çok fark yaratabilirdim ve yaratmalıydım da dünyada. Fakat bu şekilde salak gibi bataklığa düşüp çırpınırken ölen bir delikanlı olarak tarih sayfalarının içinde yer alamayacaktım bile. “Yakışmadı bu çocuğa bu ölüm” denilecekti arkamdan. Ve ben de buna katılacaktım. Şimdiden katılıyorum hatta. Bana bu ölüm yakışmayacaktı.
Bataklıktan çırpınarak çıkılmıyordu belki, ama o dalı görmem lazımdı. Matrix filmindeki gibi “Kaşık yok” metaforunun tam tersini yaratmak zorundaydım. “Dal orada, tutun” demeliydim kendi kendime. Kapkaranlık bir çamur içinde, gözlerim herhangi bir şeyi seçemez durumdayken ışık hüzmeleri belirebilirdi çamurun içinde. Ufak da olsa ortalığı aydınlatabilirdi. Işık… Zihnim biraz da aydınlanacaktı bu sayede. Çamurlar daha saf bir hale, daha sıvı ve akışkan bir hale gelecekti. Ondan sonra nilüferler… Bataklık cehennem gibi de olsa nilüferler hep vardı. Zıttıyla var olan dünyanın kuralıydı bu. Ölüm varsa yaşam da vardı. Berraklaşmaya başlıyordu bataklık anlaşılan, çırpınmayı kesebilirdim.
Durdurmamalıydım kendimi, “Dal orada, aydınlanıyor bataklık” düşüncesine odaklanmaya devam etmeliydim. En ufak bir umut kırıntısına sıkı sıkıya tutunmalıydım, zira insandım. Umuttan başka bir şeyim yoktu. Dolayısıyla umudumu kaybettiğimde bataklığın dibinde bulacaktım kendimi. Umut etmeye devam ettim.
Beklemediğim kadar kısa sürdü güneşi görmem. Suyun yüzeyine vuruyordu sureti. Gece bitmiş, gün doğmuştu. Hatta uçan kuşlar suyun yüzeyindeki nilüferlere konuyordu. Su içmeye başlamışlardı bataklıktan. Arınıyordu bataklık. Kir, çerçöp içinde düştüğüm bu ortamı içeriden değiştiriyordum sanırım.
Son kozlarını oynuyordu. Bataklık da kaybetmek istemiyordu doğası gereği. En kötü anılarım ayak bileklerime yapıştı. Altımda ölümün seslerini tüm karamsarlığıyla duyuyordum. Yine de başımı yukarıya çevirmiş durumdaydım. Aşağı bakarsam kendimi aşağıda bulacağımı biliyordum. İnsan belki de yüzünü nereye çeviriyorsa oraya aittir. Bu yüzden kendimi suçladım. Bataklıkla ben ilgilenmiştim en başında. Bunu anlıyordum. Merak etmiş, bir şekilde tatmin olmuş, hoşuma gitmiş olabilirdi. Beni cezbetmiş olabilirdi. Çabasız bir şekilde yüzme deneyimi yaşamak için bu iğrenç bataklığa hapsolmuş olabilirdim.
Düşünceler kafamı bulandırıyordu, fark ettim. İlginçtir ki güneş de artık çok kolay seçilmiyordu. Seçimimi yapmalıydım. Zihnime ışık sokmak. Goethe’nin sözleri aklımdaydı. “Işık… Biraz daha ışık”. Böyle düşününce muzip tarafım devreye girdi ve “Goethe gibi adamsın lan. Bu bataklık sana yakışmıyor” dedim kendime. Odaklanmaya çalıştım.
Her insan bu bataklıktan geçmişti, bazıları dipte yatıyor, bazılarının ise anıları etrafta süzülüyordu. Hayat ormanının en zorlu bataklığı gibi duruyordu burası. Kimi çıkamamış, kimi üzerinden atlamış, kimi dal yardımıyla, kimi bir el sayesinde kurtulmuştu bu bataklıktan, kimi ise duayla. Güneşi seçtim. Güneşe bakmayı sürdürdüm. Tek ışık kaynağım oydu ve içimi ısıtıyordu bu soğuk ortamda. Ayak bileklerimdeki baskı azalmaya başladı. Yukarı, yüzeye doğru çıkmaya başladım. Yüzmüyordum, fakat bataklık beni itiyordu sanki. Ayak bileklerim serbest kalınca aşağı baktım, dibe doğru çekiliyorlardı. Çamurlar azalmış, berraklaşmıştı su, ve dipteki tortuları gördüğümde onlara ne kadar uzak olduğumu fark ettim. Hayatımın ilerleyen süreçlerinde tekrar bu bataklığa, hem de en dibine geleceğimi biliyordum, fakat şu an değildi.
Yukarılara çıkmaya başladıkça ciğerlerime oksijen doldu. Görebilmeye başladım. Nefes alabiliyordum artık. Bunu özlediğimi fark ettim. Bataklık içinde nefes alabilmek bu denli iyi hissettiriyorsa o unuttuğum ormanda, temiz havada nefes alabilmek nasıldır, bunu hayal ediyordum.
Açık mavi renkti her yer, kafamı çıkardım. Suyun yüzeyindeydim. Her yer ışıl ışıldı. Güneş tepede, rengarenkti ve tatlı bir gürültü vardı. Üstüm başım çamur içindeydi. Arkamı döndüm, bataklığa baktım. Sakindi. Sanki yeni misafirini bekliyordu. Fokurdaması geçmişti, adeta görevini yapmış bir dinginlik hakimdi bataklığa. Birkaç tane nilüfer bataklığın üstünde yüzüyordu. Eski bir dostumu görmüşçesine bir gülümseme yerleşti suratıma. Uzun süre baktığımda beni kendine çekiyordu, içine girmek isteyeceğim türden bir büyüsü vardı sanki. Vazgeçtim. Kafamı çevirdim, her şey çok tazeydi.
Yerini bildiğim bir göl vardı yakınlarda. Üstümü başımı yıkamalıydım. Göle doğru giderken yaşadıklarımı düşündüm. Her şey geçmişte kalmış mıydı, yoksa bu bataklıktan binlercesi beni bekliyor muydu? Sanırım bunu bilmenin bir yolu yoktu. Yine de o bataklıklardan birine battığımda yapmam gereken şeyi biliyordum. Umut etmek.
Çünkü sabahı umut etmeyen güneş doğamazmış.