'Bazen Bahar'mış
Çok enteresan bu edebiyat meselesi. Bazen bir cümle görüyorsun. Herkese susuyor, seninle saatlerce boğazı kuruyana kadar konuşuyor.
Öykü okumayı anlamlandıramazdım eskiden. İnsanların neden öykü yazdığını da. Dertlerini 2-3 sayfada anlatabiliyorlar mıydı yani? Az değil miydi? Çok kısır gelirdi bana öykü. Bir şeyler uzun uzun, alabildiğine anlatılmalıydı çünkü bence. Detaylıca, bütün ayrıntılarıyla, eksiksiz. Bu yüzden hep roman okurdum. Biri biter öbürüne geçerdim. Uzunca bir olay örgüsünün içerisinde kaybolmak iyi gelirdi bana. Derin, uçsuz bucaksız bir dehlizde bulunmamak adına bir kayboluş bu.
Hacim olarak küçük kitaplardan korkmak lazım biraz. Romandaki o uzun anlatılar, laf cambazlıkları yok burada. Her şey ortada, apaçık, filtresiz. Bu açıklık bazen yaralayıcı olabiliyor. Bir anda pat diye sende uyandırdığı o yabancı his ile yüzleşiyorsun. Bir çırpıda, çarçabuk oluyor bu.
Bir yazar var. Bana öyküyü sevdiren, değişik şeyler düşündüren ve hissettiren yazılar yazıyor. Kalemini sevdiğim biri. Onunla bu kadar erken tanıştığım için kendimi şanslı sanıyorum. Biraz tereddüt ediyorum bu yazıyı yazarken acaba sadece bana saklı kalsa mı diye, istemiyorum kimse bilsin. Bir hazine bulmuşum gibi hissettiriyor onu okumak. Ama bugün iyi bir insan olmak istiyorum. Size onu anlatacağım.
Bazı kitaplar vardır. Sık sık altını çizdiğin cümlelere bakarsın, okursun, düşünürsün. Bazen Bahar’da benim için o kitaplardan biri. Daha doğrusu Melisa Kesmez’in tüm yazdıkları bana bunu hissettiriyor. Beni bana başka bir biçimde anlatıyor sanki.
Bazen Bahar 10 tane öyküden oluşan bir kitap. Her öykü başka bir kapı aralıyor kendinle ve de hayatla kurduğun ya da kuracağın münasebeti anlamlandırabilmek için. Bir olay akışından söz edemeyiz. Bazı durumlar var, bunlar üzerine bir şeyler yazıyor. Öykü-deneme karşımı bir şey diyebilirim. İlişkiler, aile, arkadaşlık ne ararsanız var.
En sevdiğim öykü Domates Tohumu öyküsü oldu. Bende uyandırdığı hislerle baş etmeye çalışıyorum hala. Konusu; anlatıcının bir vapur yolculuğunda şahit olduğu anne-kız diyaloğu ve bunun üzerine bazı düşünceler.
‘’Bir kadının kızı olmak ne müthiş bir şeydi. Kemerli bir burunda olsa, tek başına bir şeye benzemeyen bir işaret parmağı da, muhteşem annelerin bize sundukları bu kutsal hediyeleri ölene dek yanımızda taşıyacak olmamız, ne büyük mucizesiydi hayatın. Bu gizli alametleriyle hep ‘Sen bendensin’ diyeceklerdi bize. ‘’Benim hamurumdan, benim toprağımdan, benim kökümdensin. Aynı bahçenin mahsulüyüz biz.’’ Bir kiraz ağacının sürgün verdiği yerden uzayıp günün birinde aynı çiçeği açması, aynı yaprağı büyütmesi gibi bir dalın ucunda…’’
Bir kadının kızı olmaklık ne güzel şeydi hakikaten de. Ondan izler taşımak, ne kadar ona benzememek adına inat etsen de günün sonunda bunun kaçınılmaz olduğunu fark etmek, aynı kökten, hamurdan olmak…
‘’Önce çok şaşırıp sonra sevinecektin bir şeyin devamı, bir şeyin geriye kalanı, bir şeyin birikeni olduğuna. Aitlik duygun depreşecekti içinde bir yerde. Ve asla atamayacaktın o yoğurt kaplarını bir gün lazım olurlar diye.’’
Aitlik böyle bir şeydi çünkü. Kendisinde yakınlık ve sıcaklık bulabildiğimiz şeydi. Benzerliğimizin olduğu, aynı dili konuştuğumuz, duyulduğumuzu ve anlaşıldığımızı bildiğimiz anlarda gizliydi bu duygu. Herkese nasip olmuyor. Kıymet bilmek lazım.
Hayattaki ayrılıkları, hüzünleri, kayıpları bunlara rağmen ve bunlarla birlikte toparlanışları, yıkılmayışları, ayağa kalkışları kısa ve çarpıcı hikayelerle o kadar güzel anlatıyor ki… Yazarın Nohut Oda adlı bir öykü kitabı da var. Onu da tavsiye ederim. İncinmişliklerinizden, yaralarınızdan ve kayıplarınızdan bir şeyler bulacaksınız.
Çok enteresan bu edebiyat meselesi. Bazen bir cümle görüyorsun. Öyle pek de afili bir cümle değil baktığında. Ama sende bir karşılık buluyor, dile geliyor adeta. Herkese susuyor, seninle saatlerce boğazı kuruyana kadar konuşuyor.
Biriyle tanışırsın ve yıllardır onu tanıyormuş gibi hissedersin ya öykü de öyle oldu zamanla benim için. Yabancı ama tanıdık. Bilindik değil ama güvende hissettiriyor. Her an seni terk edebilir ama aynı zamanda çekimine kapıldığın bir sevgili gibi adeta. Yaklaşık iki aya 20 yaşına girecek biri olarak artık öykü okumayı seviyorum ve bunu anlamlı buluyorum. Biraz büyüdüğümü hissettiriyor bana bu. Öykünün yaratmış olduğu boşlukları kendim doldurmayı seviyorum. Boşluklar dolmasa da önemli değil. Her şeyin uzun uzun, detaylıca anlatılmasına ihtiyaç duymuyorum artık. Tek bir cümle, bir bakış, bir dokunuş yetiyor bazen bir şeyleri anlamaya ve anlamlandırabilmeye.