Bilgi Çemberinin Sınırlarını Nasıl Belirleriz?

Hiç bilgilerimizin, aklımızın sınırlarının nerede çizildiğini; bildiklerimiz arasında neyi kanıtlayabileceğimizi düşündünüz mü?

Hiç, bilgilerimizin, aklımızın sınırlarının nerede çizildiğini; bildiklerimiz arasında neyin kesin olup, neyin belirsiz olduğunu düşündünüz mü? İnsanlığın başından beri kafamızı karıştıran bu düşünceler her zaman farklı şekillerle, farklı sorularla ve cevaplarla karşımıza çıkıyor. Buna verilen cevaplar da bir o kadar çeşitli ve değişken, ancak bu sorulara verilen cevaplara geçmeden önce kendinize “Aklımızın sınırı nedir?” ve “Neyden emin olabilirim?” sorularını sormanızı isterim. Bana kalırsa bunlar üzerine düşünerek mesai harcamak, bunu daha önce düşünen insanların çıkarımlarını sorgulamak kadar önemli.

Voltaire, bu konuya “Cahil Filozof” kitabında sıkça değinir. Ona göre akıl, tıpkı beden gibi oldukça sınırlıdır. Bir insan diğerlerine göre çok daha zeki olabilir, lakin ne kadar gayret ederse etsin, en uç sınıra dayandıktan sonra ulaşabildiği noktanın ötesine geçemez. Bu yüzden Voltaire, bilginin sınırını dar bir çembere benzetir; asla bilememeye yazgılı olduğumuz şeyler vardır ve bu yüzden hiçbir birincil mekanizmayı kavramamız mümkün değildir. Buna örnek olarak kolumuzun neden irademize itaat ettiğini sorar ve bunun nedenini araştırmaya kalktığımızda kendi irademiz ile uzvumuzun itaati arasında bir sonsuzluk olduğunu, yani aralarında hiçbir mantık olmadığını fark edeceğimizi söyler. 


Voltaire, kendisinin de ifade ettiği gibi bilginin sınırlarının dışına koyduğu şeyleri bir mantığa dayandıramaz. Öyleyse, Voltaire'in örneğine göre çemberin sınırlarını mantık çeker. Peki ya gerçekten öyle midir? Voltaire gibi düşünen Russell ve Whitehead, 20. yüzyılda matematiğin temellerini saf mantık üzerine kurdukları “Principia Mathematica” çalışmalarını yayınladılar. Bu çalışmada mantık ile geliştirilmiş matematiğin kuşkusuz ve tutarlı olduğunu belirtiyorlardı.  

20 yıl sonra bu çalışmayı inceleyen Gödel, bu çalışmaya karşılık “bu ifade ispatlanamaz” şeklinde bir ifade öne sürer. Eğer bu ifade yanlış ise, yanlış bir ifade ispatlanabilir demekti; eğer bu ifade doğruysa, doğru bir ifadenin kanıtlanamayacağı anlamına geliyordu. Bu şekilde matematikte bazı şeylerin doğru olmasına rağmen kanıtlanamayacağını ortaya koymuş oldu. Bu da basitçe demekti ki bazı doğru bildiğimiz şeyleri bile kanıtlamamız mümkün değildi, bu da daha önce bahsettiğimiz çemberin içinde bile alanımız oldukça kısıtlı olduğu anlamına gelir. Hatta Voltaire'in varsaydığı gibi her zaman bilgi çemberinin sınırlarını çekebileceğimiz bir mantık bulmanın dahi mümkün olmadığını söyleyebiliriz. 

 

Öyleyse ilk sorumuza dönelim, hiçbir doğruyu kanıtlayamıyorsak neyden emin olabiliriz? Bu çemberin içinde bizim için “kesin” olan “şey” nedir? Descartes da bizim gibi bu sorulara cevap aramak istedi, çözümü ise bilgiye nasıl ulaşabileceğini anlamak için her şeyden şüphe duyarak bir metodoloji geliştirmekte buldu. Sonuç olarak ise, “Düşünüyorum, öyleyse varım.” diyerek şüphe edilemeyecek bilginin öz bilinç olduğu çıkarımına vardı. Her şeyden şüphe duyabilirdik; ancak düşünmek ve şüphe etmek, öz bilincimizin kanıtıydı.