Cadı Avlarının Karanlık Tarihi: Suçlama, Korku ve Zulüm

Orta Çağ'da cadılık suçlamalarının ardındaki korku, batıl inançlar ve acımasız gerçekler üzerine bir yolculuk.

Sokakta siyah pelerinini giymiş, elinde süpürgesiyle dolaşan bir kadın gördüğünüzü hayal edin. Sonra onu takip ettiğinizi… Bir bakmışsınız ki bir insan topluluğuyla beraber anlam veremediğiniz ritüeller yapıyor ve karışımlar hazırlıyorlar. Bu gördükleriniz karşısında aklınıza ne gelir? Elbette akla gelen ilk senaryo bunun bir film sahnesi olmasıdır. Günümüzde buna senaryo diyebilmeme karşın, Orta Çağ’da işler bu kadar hafife alınmıyordu. O dönemde ortalık cadılık suçlamalarıyla kasıp kavruluyordu. Buna özel mahkemeler kuruluyor ve insanlar oralarda yargılanıyordu. Dönemin en korkulu rüyalarından biri cadı olarak suçlanmak ve bu suç ile yargılanmaktı. Çünkü acılı işkenceler, olmayan suçu bile kabul ettirene kadar devam ediyordu. Peki Orta Çağ’da insanlara neye göre cadı yaftası yapıştırılıyordu? Acılı işkenceler nelerden oluşuyordu? Tüm bu soruların cevaplarını yakından incelemek için cadı avları zamanına yolculuk yapalım.

İnsanlar Neye Göre Cadı Olarak Suçlanıyorlardı?

Bireysel Bağlamda Cadı Avları

Özellikle Orta Çağ döneminde okuma yazma oranı düşük, kilisenin toplum üzerinde baskısı fazla ve insanlar manipüle edilmeye çok açıktı. Bu sebeple cadılık ile ilgili olan tüm gelişmelere toplum anında uyum sağlıyordu. Herkes birbirini suçlamaya alışmıştı bile. Toplumsal konular bir yana dursun, insanların davranışsal özellikleri bile suçlanmaları için yetiyordu. Basit bir örnekle, bir kişi karakter olarak içe dönük ve genel anlamda toplumdan izole yaşıyorsa, şeytani işlere bulaştığı için toplumdan uzak durduğu ve cadı olabileceği düşünülürdü. Kişinin nörolojik hastalıklara sahip olması, o dönemler bilimsel olarak açıklanamadığı için, o kişinin şeytani varlıkların etkisi altında olduğu düşünülürdü. Buna örnek olarak, o dönemde epilepsi hastalarının nöbetlerinde ortaya çıkan ve açıklanamayan fiziksel belirtilere ‘şeytan çarpması’ denirdi ve bu insanlar da cadılıkla suçlanırdı. Ayrıca bazı insanların şeytanla sözleşme yaptığı düşüncesi yaygındı. Kişi aniden zengin olmuşsa, kesin bunun şeytanla olan bir sözleşme dolayısıyla olduğu düşünülürdü. Kişinin ruhunu şeytana satma karşılığında mülk sahibi olduğu fikri, o dönemin normal düşüncelerindendi.

 Şifacılar da büyük tehlike altındaydı. Çünkü bitkisel ilaç yapabilen ve insanları iyileştirebilen şifacıların yetenekleri doğaüstü görülürdü. Bu da kişinin cadı olabileceğine işaretti. Son olarak, zincirleme cadı avlarını başlatan ‘Sabbat’ iddiası, o dönemin en ağır suçlamalarındandı. Sabbat iddiasına göre, cadılar belirli vakitlerde geceleri ıssız yerlerde toplanır ve şeytana taparlardı. Bu toplantılarda cadıların, şeytanla doğrudan iletişim kurdukları ve ona sadakatlerini gösterdikleri düşünülürdü. Bunun yanında, şeytana hizmet etmek için kötü planlar yaptıkları, büyüler ve lanetler hazırladıkları düşünülürdü. O dönemde geceleri dışarıda bulunmak pek normal karşılanmazdı. Bu sebeple, özellikle geceleri ormanlık ya da ıssız alanlara gidiyorsanız, sabbat toplantısına gittiğiniz düşüncesi kaçınılmazdı. Ay ışığı altında yürüyüşler de cadıların büyülerini güçlendirmek için kullandıkları bir yöntem olarak görülürdü. Bu yüzden gece, özellikle ay ışığı altında yürümek, cadı suçlamaları için ekstra tehlikeliydi.

Toplumsal Bağlamda Cadı Avları

Daha önce de bahsettiğim gibi, bilim alanındaki gelişmelerin kısıtlı olması, insanların okuma yazma oranlarının düşük olması ve kilisenin çok baskın olması sebeplerinden dolayı, insanlar günümüzdeki kadar sorgulayıcı ve bilinçli değildi. Zaten sorgulayıcı davrandıkları an cadılık suçlamalarıyla ortadan kaldırılıyorlardı. Toplumsal bağlamda en kuvvetli suçlamalar din yolu ile yapılıyordu. Kilisenin baskıcı yapısı bu suçlamalarda çok etkindi. Örnek olarak, düzenli bir şekilde kiliseye ya da pazar ayinlerine gitmeyenlere hoş bakılmıyor ve cadı olduklarına dair şüphe duyuluyordu. Aynı şekilde, Hristiyanlık inancını benimsemeyen veya kutsal suyu reddeden insanlar da cadı olarak suçlanıyordu. Çünkü Hristiyanlık’ta kutsal su, kötü ruhlardan korunmak ve arınmak demekti. Bu suyu reddeden insanlar hakkında, kutsal suyun kendi cadı büyülerini bozmasından korktukları için bu suyu kullanmayı istemediklerine dair iddialar vardı. Bir diğer suçlama da sosyal ve ekonomik anlamda oluyordu. Doğal afetler, salgınlar, hastalıklar, kıtlık gibi olaylar da cadıların üstüne yüklenirdi. Çünkü bu tarz olayların nedeni, o dönem adlandırılamıyordu ve doğaüstü inançlara başvuruluyordu. Bunun sonucunda da cadıların bu işlerin içinde olduğu düşünülüyordu.

Ekonomik güç farkı da cadılık suçlamalarına sebep oluyordu. Zengin tabaka, fakir tabakayı kendine tehdit olarak görüyor ve bu tehdidi ortadan kaldırmak için cadılık suçlamalarında bulundukları oluyordu. Aksine, zengin birinin malına konmak için onu cadı olarak suçlamak da o dönemdeki olaylar arasındaydı. Son olarak, cinsiyete yönelik cadılık suçlamaları da toplumsal anlamda etkiliydi. Kadınlar, çoğu dönemde olduğu gibi, o dönemde de baskılanıyordu. Ev işlerinde çalışmak, çocuk bakmak ve eşine itaat etmek, Orta Çağ’da kadınlar hakkındaki normları oluşturuyordu. Normlar dışına çıkıp kendi ekonomik özgürlüğünü kazanmaya çalışan kadınlar tuhaf karşılanıyor ve cadılıkla suçlanıyordu. Bunun dışında, dinsel olarak da kadınların zayıf yaratılışlı ve şeytana kolay kanabilecek yapıları olduğu düşünülüyordu. Bu yüzden kadınların cadılık suçlamaları hakkında handikapları daha büyüktü.


Yargılama Süreci ve İşkence Yöntemleri

Yargılama süreci de suçlamalar kadar mantıksız şekilde gerçekleşiyordu. Bu yargılama süreçleri, suçlanan kişilerin cadı olup olmadığını anlamak üzerineydi. Fakat çoğu zaman işkence yapılarak belki de aslı olmayan suçlar kişilere kabul ettirilirdi. Çünkü bazen kişiler işkence sırasında acılara dayanamayarak suçları kabul etseler de sonrasında itiraflarını baskı altında verdiklerini, aslında cadı olmadıklarını dile getiriyorlardı. O dönemdeki adalet sistemi bir itirafı yeterli görüyordu. İnkârların da cezadan kaçmak ve itibarı geri kazanmak adına olduğu düşünülüyordu. İnsanların dayanamadıkları işkence türlerinden birisi su testiydi. Suçlanan kişiler sağ el sol ayağa, sol el sağ ayağa denk gelecek şekilde bağlanıyordu. Sonrasında bu şekilde suya atılıyorlardı. Eğer suyun üstünde kalırlarsa, şeytanla anlaşmalı bir cadı oldukları düşünülüyor; eğer suyun üstünde duramazlarsa, masumluklarını kanıtlıyorlardı.

Bir diğer yöntem ise iğneleme yöntemiydi. O dönemde insanların vücut lekeleri ya da benleri, cadının şeytanla yaptığı anlaşmanın fiziksel kanıtı olarak görülebiliyordu. Çünkü şeytanın verdiği güçler karşılığı kişilerin kanını emdiği ve bu emilen yerdeki izlerin de benler ve lekeler olduğu inancı yaygındı. Bu sebeple özellikle lekelere iğneler batırılıyordu. Eğer acırsa ve kanarsa, kişi suçsuz görülüyor; eğer kanamaz ve acımazsa, cadı olduğu kanıtlanıyordu. Bu tuhaf yöntemin kullanım sebebi insanları özellikle suçlu çıkartmak olabilirdi. Çünkü bazen hileli olarak batırıldığı an içeri çekilen iğneler kullanılıyor ve kişi acı hissetmediği için şeytanın etkisi altında olduğu düşünülüp cadı ilan ediliyordu. Başka bir yöntem ise strapaddo yöntemiydi. Suçlanan kişinin kolları arkadan birleştirilip bilekten sıkıca bağlanırdı ve o şekilde bilekten yukarı doğru asılırdı. Bazen asılan kişinin ayaklarına ağırlık bağlanır ve işkencenin daha acılı hale gelmesi sağlanırdı. Bu pozisyonda kişinin omuz eklemlerine ciddi bir ağırlık biner ve bu da şiddetli bir ağrı oluştururdu. Yöntemlerden bir başkası da ısıtma yöntemiydi. Sıcak demir veya kızdırılmış aletler kişiden acı çektirerek itiraf almak için kişinin vücuduna uygulanırdı. Son olarak itiraf alınır ve kişi yakılarak hayatına son verilirdi.

Cadı avları, tarih boyunca insanlığın en karanlık dönemlerinden biri olmuştur. Kilisenin din ile insanları baskılaması ve buna ek olarak insanların bilgisizliği ve korkuları, aslında bunca insana yapılan zulmün yansımasıdır. Kadınların baskılanması, şifacıların suçlanması ve insanların bireysel özelliklerinin cadılıkla eşleştirilmesi, dönemin ne kadar adaletsizliklerle dolu olduğunu gözler önüne seriyor. Yaşanan bu talihsiz olaylar ve suçsuzca ölen onca insan, günümüzde bize adaletin ve insan haklarının yolundan ayrılmamamız gerektiği konusunda ders niteliğinde olmalıdır.