Çileye Övgü
Acı çekmek, bizim için bir değer yaratma biçimidir.
Hadi gelin, duygu olarak acıyı bir düşünelim. Gündelik tabirle, çekiyoruz, sızlıyoruz, yakınıyoruz… Ama bir şekilde acıya da tutunuyoruz. Ona anlamlar yüklüyoruz: “Her şeyin bir sebebi var,” diyoruz. “Bu da geçer,” diye teselli buluyoruz. Daha da ileri gidip, çektiklerimizi bir madalya gibi göğsümüzde taşımaya başlıyoruz. Peki, neden? Çekilen acıyı böyle kutsal bir şeye dönüştürmenin arkasında ne var?
Türk toplumunda, acı çekmek bir tür erdem gibi görülür. Bir derdin mi var? Harika, demek ki hayat seni sınava tabi tutuyor. Bir aşk hikâyesinde perişan mı oldun? Ne romantik bir insanmışsın meğer. Hepimiz biliyoruz: “Mecnun olmasaydı, Leyla bu kadar güzel olur muydu?”
Bu biraz da tarihsel ve kültürel kodlarımızla ilgili. Anadolu, zor coğrafyaların ülkesi. Bir yandan savaşlar, bir yandan ekonomik zorluklar, bir yandan toplumsal değişimler derken, hayatı sürekli bir mücadele alanı olarak görmeye alıştık. Bu yüzden, acıya göğüs geren insanlara hayranlık duymayı öğrendik. Düşene bir omuz vermek, bir yandan o kişiye şefkat göstermek, bir yandan da kendi gücümüzü hissetmek demek.
En ihtişamlı ruhlar yıkıla yıkıla mı inşa edilir? Ya aslında acı sadece acıysa? Ya çektiğimiz çilenin sonunda gelen şey, bir ödül değilse?
Felsefeci Friedrich Nietzsche, “acı çeken ruhların daha derin ve anlamlı hale geldiğini” savunur. Ama Nietzsche’nin bu sözünü yanlış anlamış olabiliriz. Biz, acıyı sadece bir araç değil, neredeyse bir amaç haline getiriyoruz. Acı çekmek bize bir anlam kazandırıyorsa, ya bu anlamı fazla mı abartıyoruz?
Acıyı bir tür sosyal “nişane” gibi taşımamız da var tabii. İnsanlar, başlarından geçen zorlukları anlatmayı severler. “Sen daha ne gördün?” cümlesi bunun bir örneği. Hepimizin tanıdığı biri, kendi çilesini bir tür statü meselesi yapar. Bunun altında yatan şey ise şu: Acı çekmek, bizim için bir değer yaratma biçimidir.
Daha da kötüsü, acıyı yüceltmek bazen toplumsal baskıya dönüşür. Çektiğin acıyı anlatıyorsan iyi, anlatmıyorsan sorunlu bir durum varmış gibi bakılır. Oysa her acı, paylaşılması gereken bir şey midir? Ya da her acı, anlamlı mıdır? Bazen başımıza gelen şeylerin bir anlamı yoktur. Ve bu da gayet normaldir.
Bir an için, çektiğimiz acılara hiçbir anlam yüklemediğimizi düşünelim. Hayat daha basit olmaz mıydı? Kendimizi “Bu başıma neden geldi?” sorusuyla tüketmek yerine, “Bu durumu nasıl çözebilirim?” diye sorardık belki de.
Fransız filozof Albert Camus’nun dediği gibi, “Hayat anlamsız olabilir ve bu kötü bir şey olmak zorunda değil.” Acının bir amacı yoksa, bu bizi daha mı zayıf yapar? Yoksa tam tersi, özgürleştirir mi?
İşte tüm mesele burada yatıyor. Acıya anlam yüklemek bazen bir teselli olabilir, ama bu anlam bizi esir almamalı. Çünkü acı, bir sonuca ulaşmak için kaçınılmaz bir yol değil. Yaşam, her şeyden önce yaşamdır. Onun içinde acı da var. Ama bu, acıyı yüceltmek zorunda olduğumuz anlamına gelmez.
Peki, acılara yüklediğiniz anlamlar olmasaydı, onlarla nasıl başa çıkardınız? Belki de en doğru cevap, acıyı sadece bir duygu olarak kabul etmek, ona gereğinden fazla anlam yüklememek olabilir. Kim bilir, belki bu da kendi içinde bir “yiğitlik nişanesi”dir.