Çocukluk Travmalarının Feryadı
Çocukluğumuz, yalnızca bir başlangıç değil; hayat boyu yanımızda taşıdığımız bir kimlik.
Hayatımızda dönüp durduğumuz, çoğu zaman cevabını orada bulduğumuz bir yer var: Çocukluğumuz. Şu sıralar herkesin dilinde aynı feryat: “Çocukluk travmalarım.” Ama bu kavram sadece sosyal medya etkisiyle mi popülerleşti, yoksa gerçekten yetişkinliğimizi köklerinden sarsan bir şey mi? Ve çocukluk, nasıl oluyor da bilimsel araştırmalarda bile en kritik bilgi kaynağına dönüşüyor? Gelin, geçmişin tozlu anılarına birlikte inelim.
Bir an düşünün: Bir ankette ya da araştırmada size yöneltilen ilk sorular genelde neler olur? Yaşınız? Eğitiminiz? Belki gelirinizi bile sorarlar. Ama araya mutlaka bir başka soru sızar: “Çocukluğunuzu nasıl bir çevrede geçirdiniz?” Çünkü bilim, şunu çok iyi bilir: İnsanların geçmişi, bugünü anlamanın şifrelerini taşır.
Sosyologlar ve psikologlar için çocukluk, yalnızca bireysel hikayemizin başlangıcı değil; aynı zamanda toplumsal yapıların birey üzerindeki ilk etkilerinin görüldüğü yerdir. Aile içindeki güç dengeleri, ebeveyn rolleri, cinsiyet normları… Hepsi o dönem, minik birer tohum gibi zihinlerimize ekilir. Ve büyüdükçe bu tohumlar ya çiçek açar ya da dikenli sarmaşıklara dönüşür.
Peki, bilimsel araştırmalarda çocuklukla ilgili sorular neden bu kadar önemli? Örneğin, “Kaç kardeşsiniz?” ya da “Ailenizin gelir düzeyi nasıldı?” gibi sorular, yüzeyde basit gibi görünür. Ama bu soruların arkasında devasa bir sosyolojik sorgulama yatar.
Sosyolog Pierre Bourdieu’nun habitus kavramını hatırlayalım. Ona göre, bireyin çocukluk döneminde içinde bulunduğu sosyal çevre, o kişinin hayatı boyunca düşünce ve davranışlarını şekillendiren bir “alışkanlıklar bütünü” oluşturur. Yani, zengin bir ailede büyüyen bir çocuk ile ekonomik zorluklar içinde büyüyen bir çocuğun dünyaya bakışı farklıdır. Bu farklılık, sadece bireysel bir mesele değil, aynı zamanda toplumsal eşitsizliklerin nasıl yeniden üretildiğinin de bir göstergesidir.
Bir başka deyişle, çocukluk soruları, sadece o zamanki durumunuzu değil, toplumsal sınıfınızı, erişim imkânlarınızı ve gelecekteki seçimlerinizi de anlamaya çalışır.
Son yıllarda herkes çocukluk travmalarından bahsediyor. Bunun bir sebebi, bu konuda artan farkındalık. Ama bir diğer sebebi de basit: Çocuklukta yaşananlar, hayatımızın geri kalanında bizimle birlikte yürür. Çocukken ihmal edilen bir kişi, yetişkinliğinde “görünmez” olma korkusuyla yüzleşebilir. Şiddet gören bir çocuk, sevgiyle bağ kurmayı öğrenemeyebilir.
Freud’a göre çocukluk, yetişkinlik kişiliğimizin temelidir. Ama modern sosyoloji, bu görüşü daha da genişletiyor. Artık yalnızca bireyin değil, o bireyin yaşadığı toplumun da çocukluk üzerindeki etkisini sorguluyoruz. Örneğin, ataerkil bir toplumda büyüyen bir kız çocuğunun yaşadığı baskılar, o toplumun cinsiyet rollerini nasıl pekiştirdiğini gösterir.
Ancak her çocukluk bireysel olduğu kadar toplumsal bir anlam da taşır. Türk toplumunda büyüyen bir çocuk, örneğin, aileye bağımlılık ve toplumsal normlara uyum gibi değerlerle şekillenir. Bir yandan “anne kuzusu” olmak yüceltilirken, diğer yandan bireysellik genellikle dışlanır.
Toplumun bu çifte standardı, çocukluk travmalarını da şekillendirir. Örneğin, “Erkek adam ağlamaz” diyerek erkek çocukların duygularını bastırmalarını isteriz. Sonra da yetişkin bir erkek duygularını ifade edemediğinde şaşırırız. Kadınlar içinse “Kız kısmı söz dinler” öğretisi, özgüven eksikliğinin tohumlarını eker.
Peki, çocukluk travmaları hep bizimle mi kalır? Hayır. Toplum, bireyleri bu konuda bilinçlendirmeye başladıkça, çocuklukta açılan yaraların yetişkinlikte onarılabileceğini görüyoruz. Ama önce, bu travmaların kaynağını anlamamız gerekiyor.
Bunun en önemli yolu ise demografik soruların, toplumsal normların ve bireysel hikayelerin bir arada değerlendirilmesidir. Araştırmalar, bu bağlantıları kurarak, bireylerin geçmişte yaşadıklarıyla toplumun bugünkü sorunları arasındaki ilişkiyi açığa çıkarır.
Şimdi bir düşünün. Sizin çocukluğunuzda hangi tohumlar ekildi? Bugün kim olduğunuz, o tohumların ne kadar büyüyüp serpildiğiyle alakalı olabilir mi? Belki de bilimsel araştırmalardaki demografik sorular, aslında en derin sorularımızdır: "Nereden geldim? Nasıl bir hikâyenin parçasıyım?"
Çocukluğumuz, yalnızca bir başlangıç değil; hayat boyu yanımızda taşıdığımız bir kimlik. Ve o kimliği anlamadan, kendimizi ve çevremizi anlamamız pek mümkün değil. Şimdi, çocukluğunuzla ilgili o soruları bir kez daha düşünün. Kim bilir, belki de cevabı tam oradadır.