Deli Kadın Hikâyeleri: Hatmi Çayı
Gökyüzüne değil bana bakın isterdim. Tanrı'yı değil beni görün.
Mine Söğüt kimdir? Mine Söğüt, 1990 yılında Güneş gazetesinde çalışmaya başlamıştır. 2000’li yılların başından beri ise edebiyatımızda göze çarpmıştır. 2001 yılında roman, öykü, biyografi, monografi ve söyleşi türünde pek çok eser vermiştir.
Mine Söğüt, gerçekliği tüm yönleri ile romanlarına aktarır. Bu gerçekliği yansıtmada postmodern tekniklerden yararlanır. Yazarın iç dünyasının iyimser olduğunu bilmekteyiz ancak romanlarında bize yansıttığı yönü, acılardan beslenen bir insan olduğudur. O, karmaşık kurguyu ve birbirinden bağımsız hikâyeleri aynı potada eritmeyi başarmıştır. Romanlarında güçlü bir dil kullanıp aforizmalara da yer vermiştir.
Mine Söğüt, öykülerinde doğrudan veya dolaylı yoldan deliren kadınları ele almaktadır. İnceleyeceğimiz “Hatmi Çayı” hikâyesinde de, gördüğü her türlü şiddete ve bir türlü göremediği sevgiye rağmen babasına âşık bir kızı anlatır. Hikâyelerini olağanüstü betimleyici bir anlatım ile kaleme almıştır. Hikâyelerinin her biri farklı hayatlardan alınmış gibi görünse de hepsi ortak bir noktada birleşmektedir. Hepsinin asıl kahramanları kadınlardır. Kadınların toplumun içindeki konumunu çarpıcı bir şekilde bize anlatmaya çalışmıştır. Kadının toplum içindeki olumsuz ifadesini şu sözlerinde açık bir şekilde görürüz:
“Bu kanca bir erkeğin bileğinin ucunda sallandığında ona güç katabilir ama eğer bir kadının bileğindeyse… herkesi tiksindirir. Eli yerine ucu sivri kara gri bir kanca taşıyan kadınla kimse sevişmek istemez. Kanca elli bir kadına çocuk, anne diyemez.”
Hikâyelerin geçtiği mekânlar çoğunlukla küçük, kasvetli ve korunaklı atmosfere sahip evlerdir. Bu mekânlar ile yazar, bize tutsaklığı yansıtır. Hikâyelerde pek fazla nesne yoktur, ana nesne bıçaktır, bir diğeri ise pencerelerdir. Pencereler ile bölünmüşlüğü anlatır. İç ve dış dünyayı ayrıştırır. Diğer bir nesne ise aynadır. Kişinin kendi gerçekliği ile yüzleşmesini yansıtır. Ayna, inceleyeceğimiz “Hatmi Çayı” hikâyesinde de kullanılmıştır.
Bu hikâyelerde mutsuz olanlar yalnızca kadınlar değildir. Erkekler de mutsuzdur. Ataerkil yapı erkeklere de zarar vermektedir. Yani cinsiyetçi düşüncelerin sebebi aslında erkekler değildir. Ebeveynler ve toplumdur. Mine Söğüt, bize tüm bu hikâyeleri ile toplum tarafından kadınlara yapılan baskıları aktarmaktadır.
Hatmi Çayı hikâyesinde, kızına şiddet uygulamasına rağmen babasını hala seven kızın gözünden yaşananlar anlatılır. Bu kız, babası tarafından hiç sevilmemiştir.
“Hatırlayın tavana yakın penceremizde paslı demirler vardı. Siz gün doğarken bir bacağı aksak tahta taburenin üstüne çıkar, ayak parmaklarınızın ucunda yükselir, gövdenizi yukarı doğru iter, çenenizle gökyüzünü işaret ederdiniz.”
Burada geçen adamın pencereden bakışı, konuşmayışı, yalnızca gökyüzünü işaret edişini bir nevi yardım çağrısı olarak görebiliriz. Mekân olarak ise yine küçük, paslı ve eski bir ev seçilmiştir.
Bu kız, yatalak babasına bakmak zorundadır. Babasından başka kimsesi olmadığı için onun yanından ayrılamaz. Babası, sağlıklı günlerinde bu kıza çok kez zarar vermiştir. Ancak hastalığından dolayı artık o sevmediği kızına muhtaç kalmıştır. Kız, bütün kusurlarına ve yaşadıklarına rağmen babasını sevmekten vazgeçmemektedir.
Buradaki kız, babasının intihar etme girişimlerine de artık alışmıştır. Atacağı her adımı bilmektedir. Buna rağmen engel olamaz çünkü babası tarafından görülmemektedir.
“O zaman anlardım, yakında yine taburenin üzerine çıkacaksınız, ayak parmaklarınızın üzerinde yükselip yükselip yükselip gözlerinizle gökyüzünde bir şeyler arayacaksınız. Ben ayaklarınıza sarılacağım ve hüngür hüngür ağlayacağım.”
Baba, Tanrı tarafından fark edilmek isterdi. Kız ise babası tarafından fark edilmek ister ve bunun için babasının ayaklarına kapanır, yalvarırdı. Babasının umurunda olmazdı. O, buna rağmen pes etmez ve kötü şeylerin unutulup gittiğini söylerdi. Aslında babasının onu kabul edemeyişini bu şekilde yok saymaya çalışırdı. Hiçbir şey olmamış gibi çaresizce akan gözyaşları eşliğinde hatmi çayı koyardı. Buradan kadınların, babaları tarafından bile görülmediği, bir hiç sayıldığını görmekteyiz. Bu hikâye ile kadın, bir kez daha yok sayılmıştır.
“ Ama ne çok dövdünüz beni. Evde hiçbir şey yapmadığım için ne çok kızdınız bana. Yine de fayda etmedi, öğrenemedim.”
Bu sözlerden anlayacağımız üzere, kadına şiddet uygulayarak bir şeylerin çözülebileceği düşünülmektedir. Kadın, burada bozuk bir nesne görevi üstlenmiştir.
Hikâyede kız, sevgiye o kadar muhtaçtır ki babasını her şekilde inceler ve babasının en ufak bir hareketinden onu sevip sevmediğini çıkarmaya çalışır. Ancak babası kızı görmemektedir bile. Tüm bunlara rağmen babasını karşılıksız sevmektedir. Babası öldükten sonra bile onu memnun etme zorunluluğu duyar. Bunu, yazarın hikâye sonunda yazdığı cümle ile daha net bir şekilde görmekteyiz:
“Siz bilmezsiniz ama kızlar babalarını çok severler. Her halleriyle severler.”