"Die Welle (Dalga)" Filmi, Otokrasi, Korku ve İtaat

"Onu buraya sen getirdin! -Evet ama, siz söylediğiniz için getirdim."


Kontrolsüz gücün güç olmadığına, bundan yola çıkarak ‘birlikten kuvvet doğar’ sözünün her zaman pozitif yorumlanamayacağına çoğu kez tanık olmuş, bu doğan gücün fikirsizliğine de hayret etmişizdir. Grup psikolojisiyle akıllarının ateşini fitilleyen insanlar ortak bir motivasyonla hareket edip birbirlerini gaza getirdiklerinde eylemlerinin sonuçlarını düşünecek durumda değillerdir. Öyle bir psikolojidir ki bu, insan kendi öğretilerini bir kenara bırakıp inandığı bu grup uğruna daha önce yapmayı düşünmediği şeyleri yapar hale gelir. Bu bağlamda, Die Welle filmindeki öğrencileri ele alıp bu ‘holiganlığı’ işleyebiliriz. Benzer olarak, kendisi bir holigan olarak görülmese de, Nazi suçlusu Adolf Eichmann’ın muhakeme yoksunu kişiliği de bu konuda bize uzaktan göz kırpabilir. Ne de olsa Hannah Arendt İnsanlık Durumu adlı eserinde, “Hiçbir şey yaptıklarımızı düşünmekten daha önemli değildir”, demiştir.

Die Welle, geleneksel öğretmenlerden daha farklı görünen Rainer Wenger’e otokrasi dersinin atanmasıyla başlar. Öğrencileri tarafından sevilen Wenger, otokrasiyi yalnızca anlatmakla kalmaz, uygulamaya koyarak sonuçlarını düşünmeden bir sosyal deney yürütür. Her ders, otokrasiyi oluşturan ayrı bir faktör pratiğe koyulur. Öğrencilerinin ismiyle hitap ettiği Rainer, birden Bay Wenger olur. Önceleri sıralarında oturarak konuşan öğrenciler, artık parmak kaldırıp söz alırlar ve ayağa kalkarak konuşurlar. Bir üniforma belirlenir, hatta bir selamlaşmaları ve amblemleri bile olur. Sınıfa aniden bir gerginlik ve ciddiyet dalgası yayılır. Bu düzen, okul çağına başlarken bizlere de az çok dayatılmış olduğundan çok uzak gelmese gerek. Küçük yaştaki çocukların bu ideallere göre yetiştirilmesi ve tek tip insanlar haline gelmeleri, yaşlarına bakıldığında üzücü ve içler acısıdır. Tek düze insanlar olarak yetiştirildiklerinden büyüdüklerinde ifade yoksunu bireyler olma riskiyle karşı karşıyadırlar. Foucault’nun 'uysallaştırılmış beden' fikrinden ödünç alacak olursak, öğrenciler filmde Bay Wenger’in, okulda da öğretmenin liderliğinde koşullandırılıp disipline edilirler. Koşullandırılmış durumlarından farklı bir alternatif düşünemez hale gelirler. Çünkü bulundukları yer onlar için güven ve birliktelik ihtiva eder. Ayrıca kapılıp gittikleri ideali de sorgulamazlar. Bu sorgulamayışın temelinde alışılmışlık, hatta korku vardır. Frank Herbert, Dune’da bize “Korku katilidir aklın. Korku, mutlak yıkım getiren küçük ölümdür”, der. Gayet tabii, korku denilen duygu, aklı öldürüp ifadeyi yok eder.

Fakat bu düzende korkusuzlar da yok mudur? Elbette vardır, filmdeki Karo ve Mona karakterleri gibi. Bu iki karakter de başından beri bir terslik olduğunun farkındadır ve bunu ellerinden geldikçe dile de getirirler, fakat artık tek güç haline gelmiş ‘Dalga’ oluşumu onları düşman sayar ve saldırgan davranır. Karo’nun erkek arkadaşı Marco oluşuma kendini hemen kaptırmasa da, günün sonunda onun da içinde bir şeyler alevlenir ve Karo ile fiziksel şiddete kadar giden bir atışma yaşarlar. Aynı şekilde Wenger de eşi Anke ile aynı tartışmaları yaşar. Başlattığı oluşumun getireceği yıkımların bilincinde olan Wenger bile filmin sonlarına doğru kendini kaptırmış olarak bulur.

Filmde olayların gerçekleştiği hafta süresince, karakterlerin Wenger’e koşulsuz itaat ettiklerini görürüz. Özellikle Tim’in öne çıkması ve gün geçtikçe aklının zehirlenmesi oldukça şaşırtıcı, bir o kadar da üzücüdür. Aile yaşantısından anne babası tarafından önemsenmeyip dinlenmediğini, çevresi tarafından da ezik bir kişilik olarak görüldüğü bellidir. Bu sebepten dolayı da, grup içerisinde kendini öne çıkarmak ister ve bunu filmin sonuyla da bağlarsak başarır da. Dalga oluşumu gittikçe onun kendi hakikati haline gelir ve iş, uğruna kaba kuvvet kullanmaya, şiddet göstermeye ve kamu malına zarar vermeye kadar gider. Kendi doğrusunu savunmak pahasına her şeyi yapabilecek duruma gelir. Nihayetinde, bu oluşum Tim için kimlik arayışının ve toplumda bulamadığı yerinin cevabı olur. Wenger’in uygulaması bittiğinde ise, uğruna yaşayabileceği bir hakikat kalmaz ve bu da hazin sonunu getirir. Bir başka koşulsuz itaat edişin örneği de filmin sonlarına doğru tiyatro salonunda yaşananlardır. Marco’nun sabrının taşıp da oluşuma karşı çıktığı an, iki kişi Wenger’in söylemesiyle Marco’yu yaka paça sahneye çıkartır. Wenger salondakileri alevlendirirken Marco’ya yapabilecekleri işkenceleri sıralar ve onu sahneye çıkarmakla görevlendirdiği çocuklara ne yapacaklarını sorar. Çocuklar sessiz kalır, sanki kendi benliklerine dönmüşlerdir. Biri Wenger’e sadece o söylediği için sahneye getirdiklerini söyler. Yani çocuklar, kendi öğretilerine ve düşüncelerine uymadan, bir ‘agentic hal’ içerisinde hareket etmişlerdir. Sorgulamaz, kendi fikirleri içerisinde hareket edemezler. Bütün sorumluluğu liderlerine yükleyerek kendilerinin masum olduğuna inanırlar. Bu düşünememe halinin bir benzerini ama çok daha iç karartıcısını, kendilerini sadece işlerini yapmakla savunan Nazi suçlularında, örneğin Hannah Arendt ile daha da ismi duyulan Eichmann davasında görebiliriz.

1960’lı yılların başında Adolf Eichmann, toplama kamplarında Yahudilere yönelik gerçekleştirilen Nihai Çözüm’de oynadığı rol sebebiyle yargılanır. The New Yorker’a rapor etmek için Kudüs’e davayı gözlemlemek üzere giden Hannah Arendt, Eichmann’ı şaşkınlıkla izler, çünkü belki de milyonlarca insanın ölümünde önemli bir rolü olan bu adam ne bir canavara benziyordur, ne de bir canavar gibi davranıyordur.  Sanık, savunmasında, yalnızca kendisine verilen emirleri uyguladığını, bunların sonuçlarını ölçüp biçmediğini söyler. Bu demek oluyor ki Eichmann, yaptıklarının suçunu içinde bulunduğu sisteme yüklemiştir. Arendt, sanığı salt fikirsizlikle suçlar. Ona göre Eichmann, insanlığın en kayda değer yetisi olan muhakemeden yoksundur. İşini öyle tek tip ve titizlikle yapmıştır ki, işlediği suçu kendince sıradanlaştırmıştır. Eichmann bu durumda, işini duygu katmadan yapan robotik bir bürokrattır. Arendt buradan yola çıkarak en büyük kötülüklerin, insan olmayı reddeden hiç kimseler tarafından işlendiğini beyan eder. Büyük kötülüklerin işlenmesinde gerekli olan faktör, duygusuzluktur.

Pek tabii Eichmann örneği, Die Welle’nin gençlerinden çok daha ürpertici ve şaşırtıcıdır. Bir insanın bu kadar aciz ve duygusuz olması akıl sır erdirilir değildir. Ne de olsa her bireyin kendilerine özgü duyguları, öğretileri, düşünceleri olduğunu zannederiz. Durum böyle olmayınca böyle insanların varlığına hayret etmekten başka bir şey yapamayız. İnsanlığa verilen tek görev, belki de en yüce görev düşünebilmek olduğundan, bunun acizliğine utanıyor ve yakınıyoruzdur belki de.