Dizi Eleştirisi: "OBSESSION"

Bir ihanetin ardındaki gerçek...

Eveet, bu sefer bir değişiklik yaparak önermek istemediğim bir film eleştirisi ile geldim. Belki benim gibi izleyip de yarıda bırakanlar vardır diyerek neden devam edemediğimiz konusunda hemfikir olabiliriz diye düşünüyorum. 

Ve tabi hâlâ daha izlemek için vakit fırsat kollayanlardansanız bu görüşlerim size farklı bir bakış açısı sunabilir. Yine izleyip izlememek size kalmış diyorum ve yorumlarıma geçmek istiyorum. Öncelikle Netflix'te yayınlanan 4 bölümlük mini bir dizi olması sebebiyle ele alınan konu hemen işlenmeye başlanmış, buna rağmen dizi akarken 30-35 dakika arası olan bölümler bir süre sonra sizi, sanki 2 saatlik bir film izliyormuşsunuz gibi hissettiriyor. Bu sebeple kendimi 'Haydi bu 4 bölümü bitirebilirsin' desem de maalesef ancak 2. bölümün son 10-15 dakikasına kadar dayanabildim. Şahsi görüşüm bir noktadan sonra hazzın ve cinselliğin bana göre çok aşırı uç bir boyutta sergilenmesiydi. Gerçi konu açısından düşünecek olursak en basit bir ifadeyle dizinin adı Obsession yani "Takıntı". Birinin yastığa sinmiş kokusuna bile takıntılı olmak kadar hastalıklı bir bağımlılık duygusu işlenmiş.

Bir Ailenin "Mini" Trajedisi

Bilirsiniz ki trajedilerde de her şey hayal bile edilemeyecek kadar çok güzel başlar. Fakat sonra dönüşü olamayacak büyüklükte parçalanır. 

Bu hikayenin trajedisine bakacak olursak güzel, mutlu görünen bir aile.

Sevgi dolu,

Capcanlı...


Indira Varma (anne), Rish Shah (oğul), Richard Armitage (baba Dr. William)


İşinde başaralı fakat içine kapanmış gözü dışarıda bir baba,

Çekici ve gizemli bir kadın Anna...

bir tarafta da kendinden yaşça büyük bir kadına ilk defa sırılsıklam aşık olmuş bir oğul...


İlk bölümden konuya hemen giriş yapıyoruz. Olayların başlangıcı bir babanın oğlunun nişanlısı ile olan birlikteliği, başta eşine olmak üzere tüm ailesine olan ihaneti.

Ve bu ihanet ardında gelişen takıntılı bir boyuta ulaşabilecek derecede olan duygu değişimleri. İzlerken, bir babanın oğluna olan bakış açısının içten içe değişmesini, kendini oğlu ile kıyaslamaya ve ondan daha çok kadına, Anna’ya ait olmak istemesini, git gide Anna'yı kimseyle -en başta oğluyla- paylaşamayacak kadar uç bir mental noktaya gelişini görebileceksiniz.

Zaman içerisinde bu ruh halleri ile baş edemeyip, dışardan da fark edilebilir ölçüde babanın yaşadığı mental bir çöküşü de izlerken gözlemleyebiliyoruz.

Aslında görüntüye yansıyan şey sadece bir ihanet değil, ihanetin daha farklı bir yüzü. Aralarında olan çekimi bakışlarındaki derinlik ile jest ve mimikleri ile oyuncular gayet rollerini içselleştirerek gösteriyor. 

İki insanın birbirine duyduğu karşılıklı çekim.

Hiç yasak olan bir şeyi istediniz mi?

Ya da olmaması,yapılmaması gereken bir şeyi?

Babanın -daha doğrusu Anna'nın da- haz ve bedensel dürtülerine karşı koyamaması,

Bazı şeylerin peşine düşmeye ve her geçen bölüm daha da derin bir bataklığa batışını izliyoruz.

Fazla merak göz çıkarır mı ne dersiniz?

Anna’nın tüm bu süreçten ve yaptıklarından keyif alıyormuş gibi davranıyor olması bana gerçek amacının ne olduğunu düşündürtmeye de başlamıştı.

Daha çok kuralları koyan bir kadın olup, erkeği elinde bu şekilde oynatması,diz çöktürmesi vs dizinin içerisindeki birçok başka detayla birlikte farklı psikolojik açılımların da olabileceği söylenebilir.

“Sana teslim olmak benim seçimim. Sana gücünü ben veririm.”


Charlie Murphy (Anna)


Anna’nın hikayesi bize aslında haz ve bedensel doyum üzerinden anlatılmaya çalışılan bir hikaye. İhanetin ardına saklanmış bir gerçek.

“Çünkü hasarlı insanlar tehlikelidir. Yıkılmayacaklarını bilirler.”


"E, peki bu adam bir an da olsa hiç mi düşünmüyor, ailesi aklına gelmiyor mu?"
Diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Söylemeden geçmeyelim tabi ki de babanın ihanetle olan savaşını da bu esnada görüyoruz fakat, bu süreç sadece 2 saniye kadar sürüyor…

Ah, siz erkekler mi demeliyiz?

Son olarak yazdıklarımı toparlayacak olursam, buraya kadar düşüncelerimi oluşturan bana fikir veren, diziyi yarıda bırakmamı sağlayan unsurlar sadece bu iki bölümün içinde gerçekleştiği için yorumlarım maalesef ki bu kadarla sınırlanıyor. Devam edebilecek kadar sıkılmasaydım belki de -büyük ihtimalle- son iki bölümde tüm olayların patlak verişini izleyebilecektim.
Ama yazının en başında da bahsettiğim gibi bazı duyguların çok yoğun ve fazla işlenişi, olayların hep aynı döngü içinde dönüp durması/süregelmesi beni diziden uzaklaştırdı.

Eğer buraya kadar yazdığım düşüncelerim hâlâ sizde bir merak uyandırıyorsa şayet, Netflix'te 13 Nisan itibariyle yayında olan bu diziyi Top 10 içinde bulabilirsiniz. Kendisi şu an 3 numarada olup büyük bir kitle tarafından ilgi görüyor.

Ayrıca şu an bu yazıyı kaleme alırken 2011 yılında hayatını kaybeden İrlandalı yazar Josephine Hart'ın 1991 yılında yayımlanan "Damage" adlı bir romanının uyarlaması olduğunu da öğrenmekle birlikte, dizisini sevemesem de romanına şimdiden ilgi duydum diyebilirim. Bunun sebebi ise herkesin bir zamanlar birbirine sorduğu o meşhur sorunun cevabından geliyor.
Okuduğun bir kitabın filmi mi, yoksa kitabı mı daha iyi?

Bir kitabı okuduktan sonra onun filmini,dizisini izler misin?

Benim cevabım buna hep "hayır" olmuştur. Kitap içerisinde hayal gücümün yettiği yere kadar ordan oraya savrulmasına, hikayeyi ve olay örgüsünü kendi iç dünyamda betimlemeyi her zaman daha özgür ve keyifli bulmuşumdur.

Bu sebeple bir de romana şans verelim diyorum. Belki onu da yorumlarız, ne dersiniz?

Konuyu daha fazla uzatmadan son olarak;

Dünya'nın neresinde olursanız olun, ne kadar başarınız olursa olsun, saplantılı bir yasak ilişki herkesin kara rüyası olabilir.

Yani Londra'da başarılı bir cerrah olsanız da kaçamazsınız...

İyi seyirler...

Mutlulukla kalın.