Doğmak mı Aşağılanmak mı // 3 Renk Serisi Hakkında Konuşalım
yeniden doğuş, eşitlik ve intikam konuları hakkında bir söylev.
"3 Renk: Mavi"den sonra sıra Beyaz'a geldi, bu filmimiz de Polonyalı bir göçmen olan Karol'un evliliğinden 6 ay geçtikten sonra karısının onu kocalık görevlerini yapmadığını yani iktidarsız olduğunu söyleyerek ondan boşanmasıyla başlıyor. Bundan sonra da Karol, kendine zor da olsa yeni bir hayat kurmaya başlayacaktır.
1994 yapımı olan ikinci filmimiz, karmaşık ilişkileri ve insanın yeniden doğuşunu basamak basamak bize anlatmayı amaçlıyor. Kieślowski ise bunu, her filmde görebileceğimiz gibi, cesurca bir yeniden doğuş veya toz pembe bir rüyadan ziyade sancılı bir süreç olarak sunuyor. Öyle bir sancılı süreçtir ki bu, her şeyi olan bir adamdan hiçbir şeyi olmayan ve mülteci olduğu Fransada daha kim olduğunu kanıtlayabilecek bir belgesi bile olmayan bir adama dönüşür Karol.
Bu da şu soruya geliyor, bu filmin konusu doğmak mı aşağılanmak mı? Doğruyu söylemek gerekirse, Kieślowski ikisi de diyor. Bu aşağılanma, yeniden doğuşa sebeptir. Film, aşağılanma ardından Karol'un kendini yeniden keşfetmesi ve intikam sürecini anlatmaktadır. Geçen incelememizde üçleme hakkında konuşurken bahsettiğimiz eşitlik de aslında filmimizin ana konusu ama biraz daha gizli bir şekilde anlatılıyor: Evlilik, göçmenlik ve intikam. Filmde Karol, bu üç temanın birbiriyle nasıl bağlantılı olduğunu gözler önüne sererek bize farklı bir deneyim sunuyor.
"İyi bak... Buraya intikam almak için geldin ve yangın çıkardın. Evet, her şey aynen böyle oldu. Az sonra paris'teki tüm polisler peşine düşecek." - Dominique, Three Colors: White
Evlilik, Karol’un hayata tutunmasını sağlarken Dominique tarafından aşağılanarak bitirilmesi, onun hem duygusal hem de sosyal bir çöküşe sürüklenmesine neden oluyor. Bu noktada evlilik, sadece bir bağ değil, aynı zamanda güç dengesizliklerinin ve toplumsal beklentilerin sembolü olarak karşımıza çıkıyor. Karol’un göçmen olması ise bu eşitsizliği daha da derinleştiriyor; Fransa da bir yabancı olarak, yasalar önünde bile haklarını savunamayacak bir konuma düşüyor. Onun maruz kaldığı bu dışlanma, göçmenlik temasını bir kimlik mücadelesi olarak ortaya koyuyor. Karol, hayatını yeniden inşa etmek ve intikam almak için harekete geçiyor.
Karol'un yeniden doğuşunu adım adım izlediğimiz bu filmde, bir yerde de intikam sürecini de izlemiş oluyoruz. Bu süreç doğrultusunda Karol cidden iyi bir hayata sahip olurken geçmişinden kopamamış bir haldedir, aynı ilk filmdeki Julie'de olduğu gibi. Özellikle Karol'un uykusundan Dominique'in ismini sayıklayarak uyanması ve Fransada sahip olduğu iki eşya olan heykel ve 2 frank gibi detaylarla bu da destekleniyor. Peki, intikamını alıyor mu? Buna net bir cevap veremiyoruz. Plan aslında tam da Karol'un aklındaki gibi işliyor: Zengin ol, tüm mal varlığını onun üzerine yap, kendini ölü gibi göster, ölü olarak bilinmene rağmen onun yanına git ve kendini sevdir, oradan ayrıl ve günün sonunda polisler seni öldüren kişinin o olduğunu düşünsün. Bütün bunların hepsi olmuşken neden Karol intikam aldı veya alamadı gibi bir şey diyemiyoruz peki? Çünkü Karol, Dominique'i hapishane camından gördüğünde ağlamaya başlıyor, gözlerinde bir acı hatta bir pişmanlık görüyoruz. Kendisi içinde bir çelişki yaşadığını buradan da farkediyoruz. Her ne kadar planı kusursuz işlemiş ve Dominique'e bedelini ödetmiş olsa da Karol hala tatmin olamıyor. Buradan da anlıyoruz ki onu hala seviyor ve bu ona intikamın verdiği hazdan ziyade bir pişmanlık hissi yaşamasına sebep oluyor. Bu yüzden "intikam aldı mı, alamadı mı?" gibi bir soruya cevap vermek zor oluyor çünkü bu onun için bir zaferden ziyade bir yenilgi.
Yazımızda ilk filmden de sıkça gönderme yaptık, biraz da yazının sonunda filmler arası bağlantıyı konuşalım. Öncelikle hatırlarsınız ki ilk filmdeki ana karakterimiz olan Julie, ölmüş olan kocasının metresini aramaya çıkmıştı ve bir mahkeme salonuna girmişti. Bu mahkeme salonu, Karol'un boşandığı salondan başka bir yer değil tabii. Kieślowski, bunun gibi sahnelerle filmleri arasındaki bağı güçlendirmeyi amaçlamış gibi gözüküyor. Mahkemenin yanında benzer temalar, müzik kullanımı ve hepimizin de bildiği renk kullanımı unsurlarını da unutmamak gerek. Benim ise en sevdiğim kısım filmlerin aynı zaman diliminde geçmesi ve yaşadıkları trajik durumlarla bağlanmaları oldu.
Bunun haricinde 3 Renk: Beyaz, beni aynı Karol gibi sonuyla pek tatmin etmeyen bir filmdi. Gene de Kieślowski için bile en azından bir izlenmesi gerek diyebileceğim bir film diyebilirim.