Duino Ağıtları: Rilke’nin Müslüman Melekleri

Bütünlüğe erişme isteği ile kendi benliğini yitirme korkusu arasındaki çelişkili ruh hali.


20. yüzyılın Batı şiir dünyasında adını duyuran önemli sanatçılardan biri olan Rainer Maria Rilke, şair ve romancı kimliğiyle tanınır. Özellikle Alman edebiyatına yaptığı katkılarla öne çıkmıştır. Hayatının arayış evresinde, âşık olduğu bir kadınla birlikte Rusya’ya gitmiş ve bu deneyim, onun şiir dünyasına bir kapı aralamıştır. Bu kadının, Rilke’nin sanatçı kişiliğinin gelişmesinde büyük rol oynadığı belirtilir.

1899-1903 yılları arasında yazdığı üç bölümlük uzun şiir dizisi Das Stundenbuch (Saatler Kitabı), Rilke’nin olgunluk döneminin başlangıcını oluşturur. Bu şiirler, dua ederek Tanrı’ya ulaşmayı amaçlayan bir keşişin ağzından yazılmıştır ve eserde Nietzsche’nin yaşam felsefesinin izlerini görmek mümkündür. Rilke’nin yaşamına ve eserlerine baktığımızda, gittiği her şehrin onun düşünce yapısına etki ederek yazın dünyasını şekillendirdiği görülür. Örneğin, Paris’e yerleştiği dönemde, şehrin lüks ve erotizmle tanınan belle époque yani sanatın gelişip dallara ayrıldığı altın çağ değil, budan ziyade, sefaletin, evsizlerin, kimliksizlerin, yaşlıların ve ölümün başkenti olarak algılanması, onun varoluşçu sorgulamalarını derinleştirmiştir. Bu dönemde Rilke, nesnenin özüne ulaşmaya çalışarak “nesne-şiir” adı verilen yeni bir lirik üslup geliştirmiştir. Eserlerinde aşk, ölüm ve Tanrı temaları sıkça görülmektedir.

Rilke, yazdığı yapıtların ardından ağır bir bunalıma girerek yazmayı bırakmayı bile düşünmüştür. Bu süreçte, 1. Dünya Savaşı’nın etkileri ve askere gitme zorunluluğu, onun ruhsal çöküşünü derinleştirmiştir. Ancak bu zorlu dönem, Duino Şatosu’nda kalırken yazdığı Dördüncü Duino Ağıtı gibi önemli eserlerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Rilke, yıllar süren yoğun bir çalışmanın ardından 1922’de Duino Ağıtları koleksiyonunu tamamlamıştır.

Duino Ağıtları, insanın varoluşsal deneyimlerini ve anlam arayışını derinlemesine ele alan on ağıttan oluşur. Yaşam, ölüm, aşk, zaman, yalnızlık ve ruhun sınırları gibi temaları işler. Şiirlerdeki melek figürleri, aşkınlığı temsil eder ancak bu melekler, geleneksel dini anlayıştan ziyade daha felsefi ve sanatsal bir boyut taşır. Alışılmışın aksine, Rilke’nin melekleri yalnızca “güzel” değil, aynı zamanda “korkunç” olarak da nitelendirilir. Bu korku, meleğin yüceliği karşısında insanın bütünlüğe erişme isteği ile kendi benliğini yitirme korkusu arasındaki çelişkili ruh halini yansıtır.

Prof. Dr. İbrahim Kalın’ın Rilke’nin Müslüman Melekleri başlıklı bir söyleşisinde, Alman şair Rainer Maria Rilke’nin İslam’a duyduğu entelektüel ve manevi ilgiden bahseder. Kalın, Rilke’nin Rusya’da İslam kültürünü araştıran Friedrich Carl Andreas ile tanışmasının ardından İslam’a olan ilgisinin arttığını, Kur’an-ı Kerim ve Müslümanların kültürü üzerine derin düşüncelere daldığını belirtir. Rilke bu süreçte İslam’ın manevi derinliğini ve peygamber anlayışını keşfetmeye çalışmaktadır.

Kalın ayrıca Rilke’nin, modern çağın insanı yalnızlaştıran, mekanikleşmiş ve duygusuz yaşam tarzına karşı bir duruş sergilediğini vurguluyor. Rilke’nin şiirlerinde hayatın inceliklerini, ölüm ve maneviyat temalarını işleyerek insanın anlam arayışını ön plana çıkardığını dile getiriyor. Bu bağlamda, Rilke’nin melekler konusundaki özgün yorumları ile İslam’daki melek anlayışı arasında paralellikler kuruluyor.

Ayrıca bu söyleşide akıl ve vahiy ilişkisine değiniyor. İnsan aklının hakikati bir noktaya kadar kavrayabileceğini, ancak ilahi vahyin bu süreci tamamladığını savunuyor. Bu düşünceyle Rilke’nin maneviyat arayışını İslam’la bağlantılı bir çerçevede ele alıyor ve modern insanın ruhsal eksikliklerini gökyüzüne ve sonsuzluğa yönelerek tamamlayabileceğini ifade ediyor.

Prof. Dr. Funda Kılıçer Emer de Duino Ağıtları ile Bir Meleğin Yakarışı – Dualar Adlı Yapıtlarda Melek İmgesi kitabında “Dinlerarası düzlemde ağıtların meleğinin İslamiyet’le ve tasavvuf felsefesiyle olan derin bağlantılarını çözümleme amacına yöneldiği bu yapıt, üç semavi dini ‘kâmil insan’ kavramı çerçevesinde birleştirmektedir.” Bu ağıtları daha da derinlemesine incelediğimizde Musevilikte melek Tanrı’nın elçisi ve onun hizmetçisi konumundayken İslamiyet’te Hz. Âdem’e secde eden durumdadır. Yani bu hiyerarşide melekler insanlardan önce insanlara hizmet eden konumdadır. Böylece yapıtta Tanrı-melek karşılaştırması değil, kâmil insan ve melek muhakemesi yapmak daha doğrudur. “İnsanları aşmak ve adeta meleklerin dünyasına varmak zorundaydım” diyen Rilke, eserinde kendine özgü yarattığı melek imgesiyle melekler diyarına ulaşmaya çalışmaktadır. İkinci Ağıtta insanın kalp gözü ile insandan çok daha üstün olan meleğin duygularını hissetmesinin mümkün olduğu, hatta insanın bu şekilde melekten de üstün olabileceği yansıtılmaktadır.

Alışılanın aksine Rilke’nin ağıtlardaki melek imgesi sadece “güzel” olarak değil, aynı zamanda “korkunç” olarak nitelendirilmektedir. Bunun temelinde, meleğin yüce varlık karşısında bütünlüğe erişme isteği ile o bütünlük içinde kendinden yitme korkusu arasında kalan insanın çelişkili ruh hâli yatmaktadır. Zaten yapıta bütüncül bir şekilde baktığımızda melek imgesinin yaşam ve ölüm arasında bir köprü oluşturduğunu görmekteyiz. Üçüncü Ağıtta da bu durum tasavvufi felsefe düzleminde ele alırsak, doğmakla ifade edilen ölümün aslında bir dönüşüm olduğu, “insanın nefs âleminden kendini soyutlayıp melekler âlemi ile özdeşleştiren ışık yeşili kalp âlemine erişerek kendini yeniden doğurabileceği”, yani varlığını bütünleştirebilmiş kâmil insan mertebesine erişebileceği belirtilmektedir.

Yedinci Ağıtta, İbrahim Kalın’ın da belirttiği gibi, dünya ve duyuüstü dünya arasındaki bağlantıyı İslamiyet’in varlık anlayışıyla ilişkilendirerek vahdetü’l-vücut kavramına dikkat çekmektedir. İnsanın ancak ben algısını aşarak bu bütünlüğe varabileceğini ifade eder.

Sekizinci Ağıt için ise Emer şöyle söyler: “Varoluşunun önünde en büyük handikapı olan diliyle dünyayı olduğu gibi değil de, aksine sözcüklere ve dile hapsederek ve yorumlayarak algılamaya çalışan insanlar âlemi olmak üzere bir varlık hiyerarşisinin söz konusu olduğunun altını çizmektedir” (s. 478). Bu bağlamda, 13. yüzyıldan itibaren doğanın sekülerleştirilmesi sonucu onun Tanrı’nın aynası olduğu düşüncesinin yerini modern bilimin getirdiği usa bırakmasıyla doğaya ve duygularına sırtını dönen insanın açıklığı doğrudan göremez hâle geldiğinin ağıtta eleştirilmesine işaret etmektedir (s. 486).” Yani Rilke, aynı zamanda sosyolojik bir buhrandan da söz ederek dönemsel bir sıkışmanın getirilerini ele almaktadır.

Sonuç olarak, Rilke’nin Duino Ağıtları, insanın varoluşunu, anlam arayışını ve maneviyatını derinlemesine sorgulayan bir eser olarak öne çıkmaktadır. Bu ağıtlar, hem dini hem de felsefi boyutlar taşıyarak okuyucuya çok katmanlı bir düşünce dünyası sunmaktadır. Prof. Dr. İbrahim Kalın ve Prof. Dr. Funda Kılıçer Emer’in yorumları, bu eseri İslamiyet’le, tasavvufla ve evrensel insanlık değerleriyle ilişkilendiren önemli perspektifler sunmaktadır. Rilke’nin insan ve melek arasında kurduğu felsefi bağ, bireyin kendini aşarak daha yüce bir varlığa dönüşebilme potansiyelini yansıtırken, modern insanın manevi eksikliklerine dair derin bir eleştiri de içermektedir. Duino Ağıtları insanın kendi varoluşunun anlamını sorgularken yalnızca bireysel bir arayış değil, aynı zamanda evrensel bir deneyim yaşadığını göstermektedir. Bu şiirler, insanın kendini ve dünyayı anlamaya dair çabalarının, aşk, ölüm ve ruhsal dönüşüm gibi evrensel temalarla nasıl birleştiğini gözler önüne serer. Rilke, insanın yaşam ile ölüm, dünyevi ile ilahi arasındaki sınırları aşarak meleklerin eriştiği bir bütünlüğe ulaşabileceğini dile getirir daha doğrusu Rilk bunu istemektedir. Ancak bu süreç, insanın çelişkili bir ruh hali içinde, kendi kırılganlıklarını kabul ederek, ilahi olanla yüzleşmesini gerektirir.

Sonuç olarak, Duino Ağıtları, yalnızca edebi bir başarı değil, aynı zamanda felsefi ve manevi bir derinlik taşır. Modern insanın anlam arayışını hem kişisel hem de toplumsal bir boyutta ele alan bu eser, İslam tasavvufundan Batı felsefesine kadar geniş bir yelpazede yorumlanabilir. Rilke’nin melekleri, insanın özüne, doğaya ve ilahi hakikate dair sürekli bir arayışın sembolüdür.