Dünyanın En Kötü İnsanı

Film hakkında bazı görüşler ve yorumlar.

Dünyanın En Kötü İnsanı, Joachim Trier tarafından yönetilen ve Renate Reinsve'nin canlandırdığı 30'larına yaklaşmakta olan Julie karakteri ile Cannes Film Festivali'nde en iyi kadın oyuncu ödülünü getiren 2021 yapımı bir film. 

IMDb: 7,7

Bu yazı filme dair bir yorum olduğundan dolayı yazının bundan sonraki kısmı spoiler içeriyor olacak.


Film Julie'nin akademik hayatında yaşadığı kararsızlıklar ve kendi yolunu bulma çabası ile başlıyor. Filmin ilerleyen kısımları boyunca da Julie'nin aşk hayatında yaşadığı çalkantıları izliyoruz. 

Belki de Julie, bir şeylere sahip olmanın ağırlığını yaşıyordu ve kendisini ait hissettiği hayat yolunu bulana kadar çeşitli sallantılar yaşayan bir karakter olarak var oldu. Bir nevi, var olmanın dayanılmaz ağırlığı altında eziliyordu. 

İyi bir ilişki. Ona sahip ve onu batırmaması gerek. Ne daha iyisini arıyor, ne hırslanıyor. Ama biliyor ki bir yerlerde karşısına başka imkânlar ve fırsatlar çıkabilir. O da bu fırsatlardan kaçmıyor. Fırsatların karşısına çıkmasından korkuyor. Bunlar her zaman fırsat da olmayabilir. Bazen belki de hayat akışını değiştirecek farklı patikaların açılmasından korkuyordur. 

Bu değişimler ve dinamizm hayatında olmazsa o bir hiç. Çünkü o yaşayan biri. Hayatta olan ve hayatla akıp giden biri. 

!!Son spoiler uyarısı!! 

Film boyunca Julie’nin dünyadaki en kötü insan olduğunu düşündüğüm ve bence onun da böyle düşündüğü tek bir nokta vardı. Aksel’in son gecesinde onun muhtemelen hayatının son saatlerini Julie’nin kapıdan girdiğini bekleyerek geçirmesine izin vermesi.

Julie, Aksel’in onu beklediğini biliyordu. Julie Aksel’i bir daha göremeyeceğini de biliyordu. Gün doğumunu izlerken Julie yaptığı şeyin gayet farkındaydı. Aksel muhtemelen ömrünün son saatlerini o iç kemiren ve insana asla yeterli zamanı yokmuş gibi hissettiren beklenti hissiyle geçirdi. Kapıdan kimsenin girmeyeceğini biliyordu. Julie de bence bunu biliyordu. Ama yaptığı şey tamamen anlaşılabilir ve yargılanamaz bir karar mekanizmasıydı aynı zamanda. 

Filmin sonunda da Eivind’i kucağında bebeğiyle gördüğü ve kısa bir şaşkınlıktan sonra yumuşayıp hayatına geri döndüğü nokta. Bir insanın gerçekten hayattan elini ayağını çektiği ve insani derinliklerden medet ummadığı, kendisini tanımlayan bu dinamiklerden koptuğu ve kendisi ile bambaşka bir boyutta bir bağlantı kurduğu o yıpranmış ama huzurlu nokta. İnsanlar bu noktaya ulaşmaktan korkuyorlar ve bu noktaya ulaşmaktan kaçıyorlar. Bu noktaya ulaşanların bazıları son noktanın bu olduğunu bilmeden buraya geliyor ve kendilerini buldukları noktada ancak bu farkındalığa varıyorlar. Yüzlerinde buruk bir gülümsemeyle kafalarını çevirip geçmişe bakıyorlar. Bu insanlar işte hayattaki o iç gıcıklayan, göz dolduran nihai derinliğe ulaşabilmiş kişiler oluyorlar. 

Bazıları da arafta kalıyor. Julie bu noktaya sıkışıp kalmak üzereydi ancak hayatında başka insanların trajedisi olan bazı mucizeler oldu. Aksel kanser oldu, Eivind sinirlerini bozmaya başladı, hamile kaldı ve daha sonra üzerindeki tüm bu yüklerden birer birer kurtuldu. Sahip olduğu ve hayat akışına yön verecek olan, varlıkları hayatında iyi ya da kötü ağırlık yapan her şeyden kurtuldu. 

Sonuç olarak Aksel öldü. Eivind aktif ve net bir tutum sergilemedi, ki bu çoğu durumda isteksizlik ve pozitif olanın tersi olarak algılanmalıdır, ve son olarak bebeğini düşürdü. Ne yapacağını bilemediği noktada nihai bir güç ona yardım eli uzatıp tüm kararları onun yerine vermiş oldu. Karar vermesi gereken hiçbir şeyi kalmadı. Kaybedebileceği hiçbir şeyi kalmadı. Julie’nin yapması gereken tek şey de uyum sağlamak oldu. Belki de bu olay akışı sayesinde kendisini buldu, hayatına ve kendisine döndü. 

Dünyanın en kötü insanını izledik. 

Ona kızdık, onu sevdik, onu anladık. 

Onu basit bulduk, onu haklı bulduk ve onu güçlü bulduk.

Peki biz Julie kadar şanslı olmayı mı dilemeliyiz, yoksa Julie kadar şanssız olmaktan mı korkmalıyız?