Edebiyatta Aşkı Aramak

İçimizdeki duygulara tercüman olması için kitapların kapağını açarız. Peki kitaplardaki aşk aradığımız aşk mı?

Edebiyatın konusu insandır. İnsandan bir parça olmasının en büyük nedeni belki de kafamızdaki sorulara farklı şekilde cevaplar bulmaya çalışmasıdır. Bazen şiirler, bazen romanlar, bazen denemeler yazılır ama hepsi tek bir amaca odaklanır: Ben insana nasıl ulaşırım?

İnsandan ayrı düşünülemeyecek bir olgu varsa o da aşktır. Aşkın yüzlerce belki de binlerce farklı tanımı olabilir. Herkes kendi deneyimlerinden genel bir çıkarıma ulaşmaya çalışır. Edebiyatın da yaptığı budur. Montaigne “Aşk, arzulanan bir varlıkta bulacağımız tada susamaktan başka bir şey değildir.” der. Sayfalarca aşkın hazdan başka bir şey olmadığından bahseder. Üstüne “Bre zavallı insan, az mı derdin var ki kendine yeni dertler uyduruyorsun.” diye sitem eder. Pek de haksız değildir aslında. Aşkın acıyla, dertle bir ele alınışı; mutlulukla, huzurla ele alınışından daha fazladır.

Aşkın derdini benimsemeyip aşkı kötüleyen, gereksiz gören Montaigne kadar aşktan duyduğu acıyı yücelten bir o kadar fazla yazar vardır. Divan edebiyatı şairlerimizin aşk anlayışını biliriz. 21. yüzyıl insanı olarak asla benimseyemeyeceğimiz bir kederin içindedirler. Ölümden beter gelir aşk. Kalplerine oklar saplanır, hayatlarını aşka adarlar, içlerine kapanıp dünyayla bağlarını keserler. Bazen bir insan, bazen ilahî bir varlık uğruna olur bu. İlahî varlığa duyulan aşk insanın ruhuna huzur getirse de bir insana duyulan aşkın sonu genelde mutlu bitmez. Aşkı bu kadar kendisinden bahsettirmeye değer yapan şey zor olmasıdır. İnsanlar acılarını mutluluklarından daha derin bir seviyede paylaşır.

Halil Cibran, Ermiş adlı eserinin “Aşka Dair” bölümünde aşkın nasıl çetin olduğunu insanı “tahta çıkardığı kadar çarmıha germesi”, “çırılçıplak soyana dek harman etmesi”, dallandırdığı kadar budaması” benzetmeleriyle açıklarken sonrasında şunu ekler: Fakat eğer korkularınızda sadece aşkın huzurunu ve hazzını aramaksa muradınız… O zaman çıplaklığınızı örtüp aşkın harmanından çıkın... Burada aşkın kutsal yönünden bahsedilir. Aşkı tam anlamıyla yaşamak için zorluklara göğüs germek gerekir.

Stendhal, aşkın dört türü olduğunu söyler: Tutkulu, cesur, fiziksel ve gösterişli aşk. “Aşk Üzerine" adlı kitabında aşkın türlerinden başlayarak birçok yanına değinir. Edebiyatta bu türlerin neredeyse hepsini barındıran örnekler bulabilirsiniz.

Aşk yoğunluğuyla okuyucuyu kendisine çeken eserlerin çoğunun odağında tutkulu ve cesur aşklar vardır. Özellikle Fransız etkisiyle yazılmış Türk eserlerinde bu çoğunlukla görülür. Yalı, köşk ve zenginlik içerisinde ahlaki değerlere karşı gelinerek yaşanan yasak aşklar, ihanetler, dağılan yuvalar Stendhal’ın da bahsettiği “bizi tüm çıkarlarımıza karşı gelmeye iten" tutkulu aşka örnektir. Fakat bu aşklar aşkı kutsallaştırmaz. Belki de Montaigne’nin gereksiz bir dert olarak gördüğü aşk bu aşktır.

Cesur aşk ise daha büyük olaylar içinde bir aracı gibidir. Cumhuriyet dönemi eserlerinde buna örnek konular bulabiliriz. Bir kadına olan aşkının etkisiyle vatan için savaşan erkekler, savaş içinde yaşanan fedakar aşklar buna örnek olabilir. Belki burada aşk daha geri plandadır fakat bir amaca hizmet eder.

Okuyucu, edebiyattan duygularına tercüme olmasını istediği kadar edebiyatla duygularından kaçmak da ister. Okuduğu eserlerdeki aşklardan kendi hayatında parçalar bulsa dahi insanın kendinde kabul etmek istemediği bir kaçınma duygusu vardır. Gerçek hayatta acı da aşka dahil olsa da tam anlamıyla eserlerdeki “romantik" acıyı kendi hayatımızda bulamamamızın sebebi budur. Stendhal’ın da dediği gibi karakterler çıkarlarını gözetmezler ve bundan dolayı acıdan kaçmazlar. Okuyucu da Madam Bovary gibi kitaplarda aşkı arayıp sonucunda hüsranla kapağını kapatır. Çünkü ne kadar kabul etmek istemese de huzurlu ve mutlu sonlu aşk, gerçekte sıkıcıdır.