Egemenlik, Demokratik Devlet ve Kanunilik

Egemenlik, Demokratik Devlet ve Kanunilik İlişkisi Üzerine

Devletin kurulup, varlık gösterebilmesi ile ilgili farklı teoriler ortaya atılmıştır. Ancak genel anlamda kabul gören görüş ‘’üç öge’’ teorisidir. Bu teoriye göre ülkenin kurulup varlık gösterebilmesi üç unsurun bir arada var olmasına bağlıdır. Devleti oluşturacak bu üç unsurdan ilki insan topluluğu veya millettir. Millet devletin beşeri unsurunu oluşturur[1] ve milletin olmadığı yerde devletin varlığından da bahsedilemez. Devletin varlık kazanabilmesinin ikinci koşulu, fiziki ögesi olan ülkedir. Ülke, devletin insan topluluğu üzerinde yetkilerini kullanacağı alanı belirtir. Belli bir alanda yerleşmemiş olan veya bir toprak parçası olmayan bir devletten söz etmek mümkün değildir. Devletin varlık kazanabilmesinin üçüncü koşulu iktidar unsurunu temsil eden egemenliktir. Egemenlik belirli toprak parçası üzerinde yaşayan insan topluluğu üzerinde yasama yürütme ve yargı otoritelerinin kullanılmasını kapsayan mutlak hakkı ifade etmektedir. Yani egemenlik hakkı belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan insan topluluğu üzerinde zor kullanmayı da ifade ettiği söylenebilir.

Demokrasi, hukuk devleti gibi kavramların gelişmesiyle beraber devletin egemenlik gibi mutlak bir hakkı kullanırken zor kullanması meşru olarak görülmemeye başlanmış ve devletin sınırlandırılması ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda devletin belirli bir toprak parçası ve bu toprak parçası üzerinde yaşayan insanlar üzerinde egemenliğin kim tarafından ve nasıl kullanılacağı üzerine tartışmalar başlamıştır. Bu tartışmalar idare hukukunda egemenliğin karşılığı olarak kullanılan ‘’kamu gücünün kimler tarafından, ne zaman ve hangi usuller izlenerek kullanılacağı’’[1] sorusu şeklinde karşılık bulmuştur. Bu noktada kanuni idare ilkesi devreye girmiş ve idarelerin hangi alanlarda kamu gücünü kullanabileceklerini öngören bir idare hukuku ilkesi olarak ortaya çıkmıştır.

Egemenliğin veya kamu gücünün kim tarafından kullanılacağı sorusu günümüz demokratik toplumlarında çoğunlukla milli egemenlik teorisi ile açıklanmaktadır. Milli egemenlik teorisinin felsefi temeleri ise genel irade kavramına dayanır. Genel irade teorisi, Rousseau’nun toplum sözleşmesi kavramına dayanmaktadır. Toplum sözleşmesi kuramına göre devletin varlık kazanması insanların belli hak ve yetkilerden feragat ederek soyut bir topluluğa bu hak ve yetkileri veren bir sözleşmeye dayanması sonucunda olmuştur.[2]   Kişilerin iradesinin birleşmesi sonucunda genel irade ortaya çıkmıştır. Genel irade toplumun tümünü kapsayacak şekilde kolektif iradeyi ifade etmektedir. Egemenlik bu kolektif irade aracılığı ile kullanılabilmektedir. Genel iradenin belirlenmesi ise seçimler ile olması gerekmektedir. Egemenliği kullanan milletin devleti kuruluş amacı kapsamında herkesin iyiliğine uygun olarak yönetebilmesi yasaya bağlıdır. ’’Yasa, genel iradenin ifadesidir.’’ Görüldüğü üzere egemenliğin kullanılması millet aracılığı ile olmaktadır.

Ancak egemenliğin doğrudan millet aracılığıyla kullanılması nüfusun fazla olması gibi belirli sebeplerden ötürü mümkün olamamıştır. Bu nedenle temsili demokrasi olarak ifade edilen demokrasi modeli ortaya çıkmıştır. Bu modelde egemenliğin sahibi olan halk iradesini belirli kişi veya parti üzerinde oy kullanmak suretiyle gerçekleştirmekte ve seçilmiş olanlarda seçilenlerin iradesine dayanarak egemenlik hakkını kullanmaktadır.[3]

1982 Anayasası konuyu 6. madde hükmünde ‘’Egemenlik’’ başlığı altında şu şekilde düzenlemiştir: ‘’Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir. Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.’’ Bu hüküm çerçevesinde değerlendirildiğinde egemenliğin kullanılmasında yetkili merciler anayasada belirtilen organlar ile sınırlıdır ve bu organlar dışında egemenliğin kullanılması söz konusu olamaz. Anayasanın ilgili maddeleri uyarınca belirtilen bu organlar yasama, yürütme ve yargıdır. Ayrıca 1982 Anayasası ilgili maddesinde[4] Türkiye Cumhuriyeti Devletinin demokratik bir devlet olduğunu da vurgulamıştır. Bu bağlamda egemenlik ile demokratik devlet arasında ilişki kuracak olursak, demokrasinin temel unsurundan birini oluşturan halk iradesinin egemenliği temsil ettiği söylenebilir. Ayrıca GÖZLER’in de ifade ettiği gibi ‘’idarenin kanuniliği ilkesinin varlık sebebi demokrasi prensibidir.’’ Çünkü yasama oluşturan üyeler halkı temsil etmek üzere o görevi yapmaktadır dolayısıyla demokratik meşruluğa sahiptir; idare ise böyle bir meşruluğa sahip olmamasından dolayı kanuni meşruluğa dayanmak zorundadır.[5]

Sonuç olarak anayasa egemenliğin kullanılması yetkisini milleti temsilen yasama, yürütme ve yargı organlarına vermiştir. İdare de yürütmenin bir uzantısı olmasından dolayı kamu gücünü kullanmaya yetkili bir organdır denebilir. Ancak idare kamu gücünü kanunların verdiği yetki çerçevesinde, toplumsal ihtiyaçların karşılanmasında ve toplumsal düzenin sağlanması amacıyla kullanabilmektedir. Bu çerçeveden bakıldığında idarenin de egemenliğin kullanılmasında etkin bir rolünün olduğu söylenebilir. Bu bağlamda kanuni idare ilkesinin muhatabı egemenliği veya kamu gücünü milleti temsilen kullanan devlet ve onun uzantısı olan idaredir denebilir.

[1] Kemal Gözler, Devletin Genel Teorisi, Bursa: Ekin Basım, 2016, s. 49.

[2] Münci Çakmak, Politika Bilimine Giriş, Ankara: Bilgi Yayınevi, 2014, ss. 77-79.

[3] Ali Öztekin, Siyaset Bilimine Giriş, İstanbul: Siyasal Kitabevi, 2016, ss. 87-88.

[4] Anayasa Madde 2 “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.’’

[5] Kemal Gözler, Türkiye'nin Yönetim Yapısı (T.C. İdari Teşkilatı), Bursa: Ekin Basın Yayın Dağıtım, 2019, s. 20