Ekümenopolis: Sonu Olmayan Şehir

Ekümenopolis belgesel incelemesi.

2011 yılında yönetmen koltuğunda İmre Azem’in oturduğu Ekümenopolis isimli belgesel yapımı Neoliberalizm etkisi altında kalan 90’lar Türkiyesindeki kentleşme, ulaşım sorunu, kapitalizmin insan yaşamı ve göç motiflerinin şehir yaşamına olan etkisini beyaz perdeye taşıyor.

2012 yılında gösterime giren belgesel film, adını Yunanlı şehir plancısı olan Constantinos Doxiadis’in 1967 yılında ortaya koyduğu “Ekümenopolis” teriminden alıyor. Sanayileşme ile birlikte kentlere olan yoğun göçün barınma, ulaşım, sosyokültürel deformasyonları üzerine duran yapım 6 bölümden oluşuyor.

İlk bölüm olan “Küresel Kent” BM kurul başkanı Yves Cabannes, Mücella Yapıcı gibi isimlerin ağzından, “yeni dünya” teriminin Türkiye ve Dünya üzerindeki kentleşme boyutundaki gelişimini ele alıyor. Sanayileşmenin etkisi altında kalan dünya ve Dünya Bankası'nın “Her ülkenin bir metropol şehri olması gerektiği” söylemi irdeleniyor. “Yarışan Küresel Kentler” algısı etrafında şekillenen bu yeni dünya düzenine Türkiye ise “TOKİ, Kentsel Dönüşüm” projeleri ile ayak uydurmaya çalışıyor.

2008 yılındaki Ayazma kentsel dönüşüm projesi üzerinde duran yapım, ilerleyen bölümlerde ulaşım, nüfus dinamikleri, ‘mahalle kültürü’ ve insanlığın ödemeye mecbur olduğu bedelleri de gözler önüne seriyor. Bu ifademizi yapımda geçen “Avrupa Birliği'ne mağdur hakkı yiyerek mi katılacağız?” duvar yazısının olduğu sekans ile desteklemek yerinde olacaktır.

Öyle ki Ayazma’da yürütülen yalnızca yapısal bir krize yol açmıyor. Orada yaşayan halkın uğradığı haksızlık ve barınma, eğitim hakkı gibi temel haklarından nasıl mahrum kaldığını birinci ağızdan gözler önüne seriyor. Gecekonduların yıkılması ve o bölgede yaşayan insanların çadırlarda yaşamak zorunda kalması “beton şehirleşmeden” önce insanlık krizi olarak değerlendirmek belki de yerinde olacaktır.

İkinci bölüm olan “Sistemin Dinamikleri” bölümünde ise kentleşmenin ve kentsel dönüşüm projesinin çevre, doğal kaynakların tahribatı, orman ve yeşil alanların ciddi boyutta azalması ve bunun insan yaşamı üzerindeki olumsuz etkileri üzerinde duruyor. Yine bu bölümde uzmanlar tarafından vurgulanan en önemli detay ise bu projenin yanlış uygulamasıdır. Yapımda geçen “Parkların altına otopark yapmayı çağdaşlık zannediyoruz.” cümlesi ile aslında bu projenin ne kadar yanlış uygulandığını özetliyor.

Üçüncü, Köprü projesinin ele alındığı bölümde ise en dikkat çeken kriz yine başta kentlere göçlerin etkisi ile ortaya çıkan nüfus artışı ve bunun sonucu olan ulaşım krizi. Oktay Ekinci Köprü projesini ulaşım çözümü olarak değerlendirmek yerine, “kaçak kentleşmeye” yol açan bir proje olarak görüyor. Sosyolog Şükrü Aslan ise benzer bir söylemde bulunarak, 1988 yılında faaliyete giren Fatih Sultan Mehmet köprüsünün iki ayağı olan Kağıthane-Ümraniye çevresinde yerleşimin tetiklendiğini ve yanlış bir kentleşmeye yol açtığını ifade etmiştir. Köprü projesinin de aslında yazımızın ana teması olan “Kentsel Dönüşüm” ayağında yapıcı etkisinden ziyade negatif etkileri üzerinde durulmuştur.

Köprü projesinin ayrıca motorlu taşıtların artışı ile ekolojik bir felakete yol açması açısından da irdeleniyor.

Yapımın dördüncü bölümü olan “(Anti) Sosyal Konut Modeli” savaş sonrası Hamburg Belediye Başkanı olan Dr. Nevermann’ın konut projesi konuşması ile başlıyor. Bu kentleşme modelinin doğru uygulamaya konulmasının da mümkün olduğunu görüyoruz.

Kent Sosyoloğu olan Hatice Kurtuluş TOKİ ve Kentsel dönüşüm projesinin Türkiye’de bina sorununun asıl nedeni olarak görülen gecekonduları aslında sosyal sorun olarak görüyor.

Yapımının bu bölümünde dikkatleri çeken bir önemli gelişme ise evlerinden tahliye edilen Ayazma ailelerini dinlemeye gelen BM Milletler temsilcisi ile paylaşması, mağduriyetlerini medyaya taşıması ile TOKİ kura sisteminin yine insanlar üzerindeki etkisini irdeliyor. Öyle ki mağdur aileler için geçici bir çözüm olduğu yapımın sonunda görülen yürüyüşler, hükümet ve toplum arasında çıkan krizler ile gözler önüne geliyor.

Kentsel Dönüşüm ve TOKİ projesi birçok uzmana görse toplumsal ayrışmalara yol açan, TOKİ projesinin kentleri sınıfsal olarak ayrıştırması ve sınıflar arası teması yok etmeye yönelik bir proje olarak değerlendiriyor. Bunun sonucunda toplum yapısının hasar aldığı gözlemleniyor.

Birinci ağızdan, halkın içinden kişilerin mağduriyeti Levent Umaç gibi halktan biri tarafından aktarılıyor. Zanaatkâr olan Umaç kuşaklardır yaşadığı mahallesinde kendi mesleğini bile icra edemediğini geçim sıkıntısı nedeniyle demir işi yaptığını anlatıyor.

Yapımın beşinci bölümünde, TOKİ projesini 1980’lerde gelir elde eden biri imparatorluk olarak değerlendiren uzmanlara göre yöneticilerin kentleşmede fazlaca siyasi etkinin olduğunu belirtiyor. Demokrasinin bilimin üzerinde bir üstünlük kurma ve bilimi yok sayma çabası uzmanlar tarafından eleştiriliyor. Şehircilik bilimini geri plana atıldığını imar için uygun olmayan alanların belediyeler tarafından imara açılması ve bunun sonucunda sel, deprem gibi doğal afetler ile halkın yaşamını ciddi boyutta etkilediği yapımda dikkatleri çeken bir diğer önemli nokta.

Son bölüm olan “Mahalle” ise Kentsel Dönüşüm TOKİ projesinin Türk toplum ve aile yapısında meydana getirdiği deformasyonları irdeliyor.

Sonuç olarak Kentsel Dönüşüm Projesine şeffaf olarak yaklaştığımızda bu projenin birincil olarak birçok insanın temel yaşam haklarından mağdur kaldığı, toplum yapısını önemli ölçüde yaraladığını ve sınıfsal farklılıkların belirlenmesi ile toplumun fiziksel ve psikolojik olarak uğradığı yıkımı görüyoruz. Ayrıca ekolojik bir kriz oluşturduğunu da gözler önüne seren yapımda, yeni dünya düzenine ayak uydurabilen diğer ülkelerden verilen örnekler ile pekiştiriliyor. Central Park örneği ile pekiştirilen bu düşünce projenin ekolojik tahribatını ve doğru uygulama ile şehirleşmenin mümkün olabileceğini vurguluyor.

“Nasıl insan olmak istiyorsak yarattığımız kentlere bakmalıyız.” Bu cümle şehirleşmenin Türkiye’de uygulanan projenin günümüzdeki durumunu özetler niteliktedir. Toplum yapısı ile örtüşmeyen bir projenin sağlam temeller üzerine kurulmayan bir şehirleşme planının, ülkesel boyutta aslında ne kadar yıkıcı olduğunu görmemize ışık tutuyor.

Bugün metropol şehir olan İstanbul için aklımıza gelen ilk kelimenin “kaos, kargaşa” olması, şehre olan güven duygusunun sarsılması belki de yaratmaya çalışılan kentin proje aşamasında birçok insanı mağdur eden, onları kargaşa ve kaosa sürükleyen, ekolojik dengeyi bozarak ‘güvensiz’ binaların yapılması ile ilişkilendirilebilir. Yapımda geçtiği gibi, “Yarattığımız kentler, bir süre sonra bizleri yaratıyor."