ELİT VE KÖYLÜ ARASINDAKİ UÇURUM BAĞLAMINDA YABAN 

Yakup Kadri'nin Yaban eserinin Türk modernleşmesindeki yeri ve elit-köylü arasındaki ilişkisi.

Tanzimat Dönemi, Batılı anlamda ilk Osmanlı aydınlarının ortaya çıktığı dönemdir. Osmanlı aydını, modernleşme çerçevesinde memur yetiştirmek için açılan okullarda yetişen ya da Avrupa’da eğitim görenlerdendir. Osmanlı’nın bekasını Batılı-modern bilginin yaygınlaşmasıyla mümkün olacağına inanıyorlardı. Osmanlı modernleşmesi tavandan tabana yayılan bir Batılılaşma sürecidir. Osmanlı’nın Avrupa’ya yönelişiyle beraber daha az gelenekçi, daha az dindar, daha çok Batıcı ve daha seküler bir aydın sınıfı oluştu.

16. yüzyıldan itibaren Rönesans ve Reform dönemlerinden sonra Osmanlı’nın Batı karşısındaki üstünlüğünü kaybetmeye başlaması, askerî yapının bozulması, merkezî otoritenin zayıflaması, mali problemler, isyanların bastırılamaması gibi neden yeni düzenlemelerin yapılması gerektiğini gösteriyordu. İlk Osmanlı aydınları, Avrupa kültürüne yakınlıkları sayesinde devlet içinde üst konumlara kadar yükselebilen bürokratlardı. İlk elçi 3.Selim tarafından gönderilmişti. Kalemiyenin yükselişi modernleşmenin göstergelerindendir. Askeri başarısızlıklar diplomasinin gelişmesini sağladı. İbrahim Müteferrika’nın matbaayı faaliyete geçirmesi ve elçilikler aracılığıyla devletlerle ilişkilerin kurulması Osmanlı’da bürokratlar yoluyla modernleşme fikri yaygınlaştı. III. Selim ve II. Mahmut’un faaliyetleri ile yenileşme Batılılaşmaya dönüştü ve sosyal alanlara da yayıldı. Tanzimat Dönemi’nde tercüme odalarının kurulmasıyla yeni bir sınıf orta çıktı. Batı’ya giden sefirler ve onların yazdığı anılar Batı’nın Osmanlı’ya tanıtılması için önemli oldu. 2.Mahmut döneminde yurtdışına ilk kez öğrenci gönderildi. Batı’nın teknik gelişmeleriyle beraber fikirleri hakkında da bilgi edindiler. Özellikle, Fransız Devrim fikirlerinden çok etkilendiler.

17. Yy Osmanlı aydını Doğu dillerini bilirdi. 19.yy Osmanlı aydını dönemin hakim dili olan Fransızca’yı mutlaka bilmek zorundaydı. Ancak bu, onların Osmanlı eğitiminden uzak oldukları anlamına gelmiyordu, çoğu Arapça – Farsça da biliyor, Divan Edebiyatı’nı yakından tanıyordu. Türkçe’nin sadeleşmesi, kurallarının belirlenmesi ve bir gramerinin yazılması hakkındaki girişimler Tanzimat’la başlar. Arap alfabesinin ıslahı ya da değiştirilmesi yolundaki tartışmalar sonucunda Latin alfabesinin kullanımı da gündeme gelir.

Aydınlar yenileşmenin devletin bekası için zorunlu olduğunu savundular. Devletin reform politikaları bürokratik nitelikli Osmanlı aydınlarınca şekillendirildi. Tanzimat ile birlikte modernleşme hareketi bir sistem kazandı. Islahat Fermanı ile yenileşme genişledi. Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali Suavi’nin üyesi olduğu Yeni Osmanlılar basın aracılığıyla devlet politikalarını eleştirdi. Modernleşme çabalarının devlet tarafından yapılması desteklendi. Anayasalı meclis modelini savunuyorlardı. Yeni Osmanlılar için amaç devletin devamlılığıydı. Örneğin Ziya Gökalp’e göre Türk ulusu, kendi güçlü kültürüne zaten sahipti; bu kültür Arap ve Bizans uygarlıklarının istilası altında kalmıştı. Kurtuluşun yolu öz kültüre dönmektir. Modern Avrupa kültürüyle sentezlemeyi öne sürüyordu. 1860’lı ve 70’li yıllarda Osmanlı Devleti’nin ilk özel gazeteleri çıktı, ilk tiyatro ve romanları yazıldı. Anayasa ve meclis konusundaki sorunlara rağmen II. Abdülhamit dönemi modernleşme girişimlerinin arttığı, modern kurum ve okulların açıldığı bir süreçti. Basılı kitap sayısı arttı ve siyaset bir edebiyat konusu haline geldi. Gazeteler modernleşmenin yayılmasını sağladı. Jön Türkler tıbbıye ve harbiye’de eğitim almıştı. Yeni Osmanlılar’ın fikirlerinden yararlanan Jöntürkler’in de amacı aynıydı; Osmanlı’nin dağılmasını önlemek. Çözüm ise hürriyet ve meşruti yönetim olmalıydı. İttihat ve Terakki kişisel fikirleri farklı fakat ortak bir amacı olan eylem adamlarından oluşan küçük bir teşkilattı ve dönemin siyasal hayatına yön verdiler. 1908 devrimiyle iktidarı eline aldı ve devletin dağılmasına dek iktidarda kaldı. Ekonomik sistemi tarıma dayanan Osmanlı’da toplumun iki temel unsuru köylü ile sipahi idi. Osmanlı bürokrasisi, köylüye gerekli yardımları yeterince yapamadı. Taşrada vergiyi yerinde toplama hem vergi kaynağının güvenliğini hem de toplumsal yaşamda huzur ve güveni sağlamak sipahinin göreviydi.

Yaban, aydın ile köylü arasındaki uçurumu gözler önüne serer. Osmanlı’nın çöküşe geçtiği, Ankara ve İstanbul iki farklı güç merkezi olarak belirginleşir. Anadolu’da yeni bir siyasal durum ortaya çıkar ve roman bize aktörlerin sosyolojik karşılıklarını sunar. Karaosmanoğlu cumhuriyet iyimserliğiyle aydın köylü ikilemini ortaya koyarken geleneksel olanı eleştirir ve modern olanın hangi bağlamlarda gelişmesi gerektiği hususunda Yaban’ı yazmıştır. Romandaki mekan gerçek Osmanlı köyünden ziyade aydın bir elitin köy ideasıdır.

Osmanlı aristokrasisinden gelmiş, paşa konağından çıkma biri olan Ahmet Celâl, subay olarak savaştığı Birinci Dünya Savaşında kolunu kaybettiği için Kurtuluş Savaşına katılamamış ve Mütareke dönemi İstanbul’un durumuna tahammül edemediği için askeri Mehmet’in köyüne yerleşmiştir. Kolunu kaybetmeseydi belki de cumhuriyetin kurucu elitlerinden olacaktı ancak bu şansını kaybetti. Köyde yaşasa da savaş hakkındaki tüm gelişmeleri yakından takip ediyordu. Ancak Ahmet Celâl ve köylüler arasında farklılıklar vardır. Ahmet Celal onlar için bir “Yaban”, onlar da Ahmet Celal için “cahillerdir”.  Emeti Kadın Sokrates’in büstünü görünce korkmuştu. Ahmet Celal aslında toplumda ebe görevini üstlenmek istiyordu. Köye geldiğinde metafizikle bağlantısını koparmak istiyordu ama sonra daha ontolojik sorgulamalara girdi. Başlarda köye ve köylülere alışmak için çabalar ancak aralarındaki fark savaşın seyriyle beraber daha da keskinleşmiştir. Ahmet Celal bir aydın olarak devlete ve yargıya güvenir ancak Zeynep Kadın coğrafyanın tecrübesine sahiptir. Statükonun devamı için Salih Ağa’nın şartlarını kabul eder. Merkez ve çevre arasındaki uçurum çok bellidir. Aydın ve köylü arasındaki uçurumun sebeplerinden biri de savaştır. Köyde devlet ve kurumlar çok hissedilmez. Rumeli savaşı bilir ama Anadolu için savaş bir gerçeklik değildir. Köylüler ülkenin işgal altında olmasına duyarsızdır. Hatta Kurtuluş Savaşı’na karşıdırlar. Avrupa onlar için İslam’ı kabul edecek bir kraliçedir. Savaşın köye yaklaşmasıyla onlar arasındaki uçurum daha da derinleşir. Birbirlerinden nefret ederler ve birbirlerini düşman olarak görmeye başlarlar. Osmanlı düşmanla savaşırken Ahmet Celal, savaşa inanmayanlar arasında kalmıştır ve kendini fildişi bir kulede görür. Vatan, hürriyet ve millet fikirleri köylüler için bir şey ifade etmemektedir. Köylüler ulus kimliklerinden ziyade kendilerini dinsel kimlikleriyle tanımlarlar. Savaş milliyetçi aydınlar tarafından başlatılmıştı ancak ortada bir millet yoktu. Millet yaratılacaktır. Burada Benedict Anderson’un Imagined Community kitabındaki milletlerin aslında oluşturulduğu fikrini destekliyorum. Onlar ulus devlet köylüsü değil, imparatorluk köylüleridir bu yüzden vatandaş algısı da yoktur. Osmanlı köylüsünü küçük gören bir anlayış vardır. Aslında Ahmet Celâl köylünün durumundan dolayı Türk aydınını suçlar. Osmanlı eliti köylüler için hiçbir şey yapmamıştır. Cumhuriyetle beraber bu durumu telafi edebilmek için halk odaları ve köy enstitüleri açıldı. Yapılanma sürecinde vatandaşlık yeniden inşa edildi. Bu uçurum Osmanlı dönemindeki köylü aydın kopukluğu olarak değerlendirilebilir. Ortak idealleri yoktur. Toplumda bir aydının görevi halkı bilinçlendirmektir. Ahmet Celal de savaştan sonra halkın eğitilmesi gerektiğini savunur. Mustafa Kemal’i bir kurtarıcı olarak kabul eder. Ahmet Celal’de bir Kemalist olarak onun takipçisidir. Köy onun için çirkinliğin ve pisliğin yuvasıdır. Köylüleri hayvana benzetir. Kolsuzluğunu göstermeye çalışıyor ve minnet bekliyordu ancak kimsenin umurunda değildi. Çünkü köyde eksiklikler normaldir. Mehmet Ali’nin anası topal, Bekir Çavuş’un kızı kör, Salih Ağa’nın oğlu kamburdur. Köyün iki meczubu, bir de cücesi vardır. Bu kadar eksikliğin olduğu bir yerde Ahmet Celal gururla karışık bir merhamet beklese de bunu göremez. Yalnızdır ve ilgiye muhtaçtır. Gittiği ortamın sosyolojisine çok yabancıydı. Bireyin özgürleşmesini tartışırken bir anda toplumun gelişme sürecindeki sorunları yüzüne çarpmıştı. Anadolu’da elitler arasında yaygın olan pozitivizm, liberalizm ya da hürriyet fikirleri yankı bulmadı.

Sonuç olarak, Edward Said'e göre entelektüel, hakikati söyleyen ve yanlışlara cesaretle karşı çıkan muhalif kişidir. Bir otoriteye bağlı olmadığı için de alabildiğince özgürdür. Osmanlı döneminde köylü elit arasındaki farkın sebebi; köylünün günlük materyalist dertleri vardı, karnını doyurmak gibi ancak elitlerin dertleri daha soyuttu, özgürlük gibi. Yapılan reformlar köylünün çıkarından ziyaden bürokratik elitlerin algısıyla şekilleniyordu. Bu yüzden reformlar köyde yankı bulamıyordu.