Farklı zamanların yazarlarıyla aynı masada sohbet
Yapay zeka sayesinde zamansız yazarlarla sohbet etme fırsatı bulsak nasıl olurdu?
Farklı zamanların insanları bir araya gelir mi? Birileri bu buluşmayı hayal edip onların sohbetini tahmin edebilir mi? Bu masayı kurarsa yapay zeka kurar dedim, başladım anlatmaya. Ben anlattım, ChatGPT ise tek tek masaya oturan yazarlar oldu, dile getirdi ruhlarını, kalemlerini. Ne kadar becerebildiyse.
Aşkı kiminle konuşabilirdim? En derin hislerle en güçlü anlatım yeteneğiyle beni hayran bırakacak olan edebiyat üstatlarıyla tabii ki. En yakın hissettiklerimle hem de.
Bir rakı masasında başlıyor her şey. Saat biraz geç, Gece sessiz, şehir yorgun, ama kelimelerimizin ateşiyle ısınıyor. İçimizdekiler dökülmeye meyilli. Cemal Süreya karşıda oturuyor, gömleğinin yakası biraz dağınık, gözleri yine uzak bir kadının siluetinde. Masaya eğiliyorum, rakımdan bir yudum alıyorum ve içimi döküyorum:
“Herkesi bir ruh eşinin olduğu şu dünyada bir ben tamamlanamadım sanki. Sanki benim diğer yarım yok. Hep eksiktim, hep eksik kalacakmışım gibi bir his. Ama zaten kendi eksikliğinde boğulan biri diğer yarısını nasıl arasın? Kişi kendinden bile memnun değilken ondan memnun olacak bir diğeri var mıdır dünyada? Eksikliklerini kapatıp sever mi gerçekten birileri?”
Cemal biraz gülümsüyor, biraz da yanak çizgilerinde acı yayılıyor:
“Bilirsin, herkes biraz eksiktir. Eksik olmayanın şiiri de olmaz. Eksik olan yanınla yazarsın, seversin, kaybedersin. O eksikliktir seni şiire düşüren.”
“ah be ağabey…” diyorum. “Bir şiir armağan et bana. Duyalım şu pırıl pırıl kelimelerini, dökülsün dilinden.”
Cemal biraz duruyor. Sonra sesinde hafif bir buruklukla konuşuyor:
“Bir kadın vardı. Yürürken sanki elleri cebimdeydi. Gitmesiyle üşümeye başladım.”
Sonra susuyoruz biraz. Rüzgâr gibi geçiyor birkaç dakika. Sonra ben soruyorum:
“Cemal… En büyük aşkını anlat. Kaç yılını heba ettiğini, senden neler alıp götürdüğünü…”
Bir kadeh daha içiyor. Hafifçe başını sarsıyor.
“Bazen yıllarını verirsin bir kadına. Sonra o kadını yıllarca yazarsın. Kadın gitmiştir, ama cümleleri kalmıştır. Bazı kadınlar gidince hayatın eksilmez, kelimelerin çoğalır.”
Sustum. Ama içimdeki sızı dinmedi.
“Aşk neymiş böyle? İnsana kendini unutturuyor, söküp atamıyorsun, kalbini yakıyor, aman görme duyma diyemiyorsun, benliğini alıyor…”
Cemal söze giriyor: Aşk çoğu zaman bir yangın yerine döner.
Birisi seni sever, ama eksik.
Sen birini seversin, ama fazla.
İşte o dengesizliktir seni içinden söküp alan.
(Bir an susar. Başını hafifçe eğer.)
Ben çok sevdim.
Ama her defasında biraz daha eksildim.
Çünkü aşk çoğu zaman iki kişinin birlikte tamamlandığı bir yer değil,
Birinin diğerinde kaybolduğu bir vadidir.
Ve bazen, çok sevmek yetmez.
Yetseydi, biz şimdi hâlâ aynı şiirde buluşurduk.
Tam devam edecekken bu defa masaya biri daha oturuyor.
Saçları kısa, gözleriyle gülen bir kadın: Sevgi Soysal. Hafif bir tebessümle bakıyor bize:
Ama aşk bazen yalnızca bir yanılsamadır.
Toplumsal rollerin, kadınlık hallerinin,
biraz da hayal kırıklıklarının sarhoşluğudur.
Ama gene de güzeldir, evet.
Çünkü insanı silkeler.
Kadını da, erkeği de.
Kendi gerçeğine yaklaştırır.
Ve belki biraz da…
Direnmeye öğretir.
Kalbiniz eksikse yazın. Eksikse yürüyün. Eksikse, bir başkasını beklemeyin. Çünkü bir gün, o eksiklik… Sizin en güçlü yeriniz olacak.
Masadaki sessizliği bir kadın sesi daha bölüyor. Hafif alaycı ama hep haklı bir ses: Tezer Özlü.
Ben hayatım boyunca tam hissetmedim ki. Her şehirde biraz fazlaydım, her ilişkide biraz eksik. Çünkü bu dünyaya fazla gelen her insan gibi, hiçbir yere tam uymadım. Ama hiçbir adam beni ben yapamadı. Kendimi aradım, şehirlerde, kitaplarda, gecelerde… En çok da kendi içimde.
İkimiz de başımızı sallıyoruz. Ama Cemal gözünü kırpmadan bardağına bakıyor. İçindeki geçmişi izliyor sanki.
Sonra bir uğultu duyuluyor. Masaya iki kişi daha geliyor. Turgut Uyar ve Tomris Uyar. Göz göze geliyorlar. Turgut konuşuyor önce, sesi yumuşak ama anlamı sert:
“Aşk, Tomris, seninle öğrendiğim bir cümleydi. Eksiklikti, evet. Ama ben seni sevdikçe eksilmedim. Artık tamamlanmaya da çalışmıyorum. Sadece yanındayım.”
Tomris hafifçe gülümsüyor. Sigarasını yakıyor, sonra sözü alıyor:
“Aşk insanı büyütmez Turgut. Aşk, insanı kendi içinin küçücük bir köşesine yerleştirir. Ama o köşe o kadar özel olur ki… Hayatın gürültüsünde oraya sığınırsın. Seninle o köşede kaldığım için mutluyum.”
O an başka bir rüzgâr esiyor. Masaya bir yabancı geliyor. İçli ama güçlü bir kadın: Sylvia Plath. Hafif buruk bir İngilizceyle söze karışıyor:
“Love has always been a war to me. Not with the other, but with myself. I gave everything I had, and it still wasn’t enough. I think, sometimes, women like us... we don’t fall in love. We fall into fire.”
Hepimiz sessiziz. Sanki her şey söylendi. Ama sonra yine ben soruyorum:
“Bu acı geçer mi dostlar? İnsan bir daha başkasını böylesine sevebilir mi?”
Cemal kadehini kaldırıyor:
“Sever. Ama bir daha o yangını aramaz. İçinde yananı anlamak ister artık. Kalmak değil, eşlik etmek ister.”
Tezer usulca ekliyor:
“Sevmenin en güzel yanı, artık eksiltmeden sevebilmektir.”
Sylvia iç geçiriyor:
“We write, because no one else will understand that kind of burning.”
Masada sessizlik… Sonra ben fısıldıyorum: “Bir daha sevebilme cesareti… sanki bana artık yasaklı bir his gibi. Neyseki yazmak var, üretmek var yoksa nasıl başa çıkardım kalbimdeki ateş, aklımdaki kaygıyla... Aşk yarasının tek sevdiğim yanı kalemime bir alev topu gibi gelen kelimelerin yazdıkça rahatlatıyor oluşu. Kalemin ucunda küllenmeye başlıyor oluşu. O alev topu da bitmeyen bir üretim kaynağı. Kağıdımdaki küller de içimden attığım hafiflediğim acılarım. ”
Sevgi elini masaya koyuyor:
Yazmak en büyük cesaret. O yangını kaleme dökmek… kül olup küllerden yeniden doğmak.”
Cemal hafifçe gülümser, gözlerinin kenarında bir hüzün çizgisi...
Aşkın küllerinden kendini yazıyorsun ve kül evet, hafiftir... Ama içini döktüğün her kelimeyle biraz daha sen oluyorsun. Kendi sesinle, kendi ateşinle ısınıyorsun artık. Sönmesin o ateş… Çünkü o ateş, aşktan doğan yazıdır ve biz yazarlar, yangının içinden geçerek kendimizi yazarız zaten.
Tezer Özlü masaya biraz daha yaslanır, yüzü aydınlık, sesi karanlık gibi
Külünü kâğıda döken, ateşiyle kendine yol açar.
Sonra ben son kez soruyorum:
“Peki ya sandığınız kadar iyi bir yazar olmadığınızı fark etseydiniz? Ne yapardınız?”
Cemal içkisini yudumluyor, sonra gözlerini kısarak gülümsüyor:
“O zaman daha çok severdim kendimi. Çünkü yazmak zaten bir arayış. Bulduğunda değil, kaybolduğunda başlar edebiyat.”
Sevgi Soysal gözlüğünü hafifçe düzeltir, başını sallar. Sesi tok ama içli, bir abla gibi, bir dost gibi yakındır.
Yazar olmak, kendine rağmen devam etmektir. Şüpheye rağmen… Korkuya, kaygıya rağmen… Sen hâlâ yazıyorsan, en büyük savaşı kazanmışsındır. Çünkü bu dünyada kendine inanmayan biri olarak, bir kelime bile üretmek mucizedir.
Turgut Uyar:
Bir yazarın şüphesi, onun pusulasıdır. Eğer her satırda sorguluyorsan kendini, doğru yoldasındır.
Kendi ışığını ve varlığını ispatlamış insanların kalbini okumak ve onlar gibi davranmak kolay olmasa gerek. Ben bir deneme yaptım. Fena olmadı gibi. Ne kadar iyi ne kadar kötü sizin yorumunuza bırakıyorum. Bu arada eğer canlandırmalı konuşmak isterseniz burada yazdıklarımdan çok daha uzun cevaplar bulacaksınız, ben sadece kısa bir derleme yaptım sizler için. Bazen ulaşması imkansız insanlarla -mış gibi yapmak bile düşünmenize, kalbinizin ve aklınızın aydınlanmasını sağlayabilir.