Fleabag Ve Kamerayla Kırık Dökük İlişkisi

İlk sahnede, kapının önünde duran bir kadın var. Başını çevirip kameraya konuştuğunda kırılan 4.duvar, diziye nasıl hizmet ediyor?

Fleabag, en sevdiğim dizi. Bu şaheserin bir çok kısmıyla ilgili daha incelenecek çok şey var ama ben bugün kamerayla olan iletişiminin üzerinde durmak istiyorum.

(Spoiler içermiyor. Eğer izlemediyseniz çok şanslısınız, size çok imreniyorum. İlk defa izleyebileceksiniz.)

Fleabag; Londra’da yaşayan ilginç, ahlaken gri bir kadının hayatını idame ettirmeye çalışmasını; keder, aşk, aile ve arkadaşlık gibi birçok konu çerçevesinde, özgün ve zekice kurgulanmış bir senaryo ile ele alıyor. 

Birinci dakikadan itibaren karakterle parasosyal bir iletişim içerisindeyiz. İlk sahnede, kapının önünde nefes nefese duran bir kadın var. Tam bu kadının kim olduğuna ve neyi beklediğini düşündüğümüz anda, kameraya bakıyor ve konuşuyor.

İlk izlediğimde nefesimi tutmuştum.

Fleabag’in içinde olmadığı hiçbir sahne görmüyoruz. Fleabag’in sadece bize, yani kameraya gerçekten dürüst davrandığını görüyoruz, onu en savunmasız anlarında görüyoruz. Her an onunla olduktan sonra tüm duygularına ortak olmaya başlıyoruz. İşindeyiz, hatıralarındayız, tuvaletindeyiz, yatağındayız. Ve bu paydaşlık duvardaki bir karasinek misali değil, size geçmişinden kesitler veriyor, anlatıyor, espriler yapıyor. Tüm içtenliği ile.


4. Duvarla böyle kırık dökük bir ilişki kurulması, karakteri anlayabilmek için çok güçlü bir etken. Çünkü bir yerden sonra şunun farkına varıyoruz: Fleabag iyi bir insan değil. Fleabag bir insan. Güçsüz, kaba, tembel, yapayalnız ve bencil bir insan. Böyle bir karakterle, bu kadar yakından bir ilişki içerisinde olmaya en azından katlanabilmemiz için, ilk önce onu anlamamız gerek. Bir insanı anlamak için elimizdeki en güçlü silahın empati olduğunu kabul edersek, Fleabag’in hayatını resmen onunla beraber yaşamamız çok basit ve etkili değil mi?

Bunun işe yaradığını fark ettiğim ilk sahne, birinci bölümün sonunda oluyor. Kötü bir çeviriyle size aktarmam gerekirse:

“İçimde korkunç bir his var ki ben; açgözlü, sapık, bencil, kayıtsız, alaycı, ahlaksız, erkek görünüşlü, ahlaki açıdan iflas etmiş bir kadınım ve kendime bir feminist bile diyemiyorum.”

21. yüzyılda yaşamış hangi kadın, bu hislere tamamen yabancı?
Fleabag’i anlamaya başladığımız anda, onun tarafından anlaşılmış hissetmeye de başlıyoruz. Bu noktada tabii ki, derinlikli bir karakter yaratabilmenin getirdiği bir başarı var, zira Phoebe Waller-Bridge, bir insanın çirkin, bencil ve kaba olduğu anları da göstermekten korkmamış. Fleabag, özgüveni eksik ve kederle paramparça bir kadını, klişelerden uzak işliyor. Taşıdığı bu, “kadın öfkesini” kör gözümüze parmak olmadan gösteriyor

 Bu noktadan sonra her şey bir çorap söküğü gibi geliyor. Onu sevmeye başlıyoruz ama bunun nedeni, güçlü ya da komik olduğu için değil. Onu seviyoruz çünkü bizden, her insandan bir parça taşıyor. Hiçbirimizin düşündüğünü itiraf etmediği şeyleri söylüyor. Ayrıca inanılmaz insan, komik ve içten.


Bu durumda, Fleabag’i sevebilmek için onu anlayabilmeliyiz. Ancak onu anlayabilmek zor, çünkü dobra ve uygunsuz. Ama bizimle doğrudan bir iletişim kurduğunda bir sempati beslemeye başlıyoruz. Zaman geçtikçe, Fleabag’i dayanılmaz yapan özellikleri, onu bizim için vazgeçilmez yapıyor.

Fleabag, ekranda gördüğümüz bir karakter olmaktan çıkıp boyut kazanıyor. Bizimle gerçekten bir etkileşim halinde olduğu için onu tanıyoruz, böylece onu affedebiliyoruz. Bunun, televizyon tarihinde çok nadir yaşandığını düşünüyorum.

Bu noktada benim aklıma şu soru geliyor: Fleabag bizimle tamamen şeffaf olduğu için onu seviyorsak, hayatındaki diğer insanlara da böyle davransa ne olurdu?

Burada kamerayla olan iletişime geri geliyorum. Biz tamamen pasifken, kadının hayatında nasıl böyle vazgeçilmez bir konumdayız?

Fleabag, ne zaman bulunduğu ortamı anlatacak olsa 2. Kişi olarak konuşuyor. “Hani bir an gelir, hoşlandığın adam sana yazmıştır ve..” diye başlayan monologları sadece empati kurabilmemiz için olabilir. Çünkü bizim için cümleleriyle sahneyi en baştan kuruyor.

Ama aynı zamanda, Fleabag; ne zaman düşüncelerini karşısındakine değil de bize söylese, ne zaman 2. kişi ağzından bizimle konuşsa, kendisini olduğu dakikadan ve insanlardan soyutluyor. Çünkü biz bir kamerayız ve bir aksiyon alamayız ama hayatını aktif olarak deneyimleyen kişi Fleabag. Karakter, bizi kendisine yaklaştırırken, aslında kendisini de hayattan uzaklaştırıyor. Hep bizimle dışarıda duruyor, o dakikaya ait hissetmiyor, beynindeki bir not defterinde yaşıyor.

Böylece kamera sadece bir mizahi etken olmaktan çıkıp, onun ne kadar mutsuz ve yalnız olduğunu da anlatıyor. Hayatını tamamen ciddiye almaktan ve savunmasız olmaktan ne kadar korktuğunu gösteriyor.

İlk yazımda bu diziyi neden bu kadar sevdiğimle ilgili küçük bir kıble vermek istedim. Fleabag’i bir yazıda tamamen incelemek imkansız ve bence bu, yapımın ne kadar başarılı olduğunu gösteriyor. Yüzeysel olarak baktığınız zaman da oldukça eğlenceli bir dizi ama derinine indiğiniz zaman uçsuz bucaksız tartışmalar ortaya çıkıyor.

Fleabag izleyelim, izletelim.