“Frost/Nixon” üzerine

Medya ve iktidarın dansı: Bakalım kim yönetecek?

Gazetecilik çoğu zaman bir kılıçtır; doğru elde adaletin, yanlış elde manipülasyonun aracıdır. Ron Howard’ın yönettiği Frost/Nixon filmi de tam olarak bu ikilemin üzerine kurulmuş, politik güç ile medya arasındaki gelgitli ilişkiyi sorgulayan bir yapım. Ama beni esas etkileyen şey ne teknik detaylar, ne tarihsel bir skandalın yeniden anlatımı oldu. Bu filmde beni sarsan şey, basit bir röportajın nerelere sürüklenebileceğini görmekti.

Film, ABD başkanıyken Watergate skandalı nedeniyle istifa eden Richard Nixon’ın, yıllar sonra İngiliz televizyoncusu David Frost ile yaptığı röportajları merkezine alıyor. Ama bu sadece bir “röportaj” değil; bir güç savaşı. İtibarını kurtarmaya çalışan eski bir başkan ile gazeteciliğe yeniden yön vermek isteyen başarıya aç bir televizyon sunucusunun karşı karşıya gelişiydi bu.

İşte burada gazetecilik etiği devreye giriyor. Çünkü Frost, Nixon’a bu röportajlar için ödeme yapıyor. Evet, gazeteciliğin altın kurallarından biri olan “bağımsızlık” burada yerle bir oluyor gibi. Bu hamle, izleyiciye "Bu ne kadar dürüst bir habercilik?" sorusunu sorduruyor. Ama film ilerledikçe, Frost’un para karşılığında değil, inatla ve tutkuyla gerçeği ortaya çıkarmak için mücadele ettiğini görüyoruz. Bu da bize şu soruyu getiriyor: Gazeteciliği yöntem mi yoksa niyet mi tanımlar?

Frost başlangıçta sıradan bir televizyon figürü gibi görünüyor. Eğlence programlarından tanınan biri. Nixon ise siyasi strateji ustası, zeki ve etkileyici bir figür. Bu nedenle Nixon, Frost’u kendisini aklaması için uygun bir tercih olarak görüyor. Ama her şey planladığı gibi gitmiyor. Frost’un gazetecilik refleksi, onu ekran başında adım adım dönüşmeye itiyor. Doğru anda doğru soruyu soran, kendinden emin Frost, gazeteciliğin ne demek olduğunu yeniden hatırlatıyor sanki.

Ve o meşhur itiraf:

“When the President does it, that means it’s not illegal.”

Bu söz, gücün yozlaştırıcılığını, hukukun bile nasıl eğilip bükülebildiğini tokat gibi yüzümüze çarpıyor. Nixon bu sözlerle sadece kendini değil, tüm sistemin karanlık yüzünü açığa çıkarıyor. Frost ise o an, sadece bir gazeteci değil, kamu vicdanının temsilcisi haline geliyor.

Sonuçta ortaya çıkan tablo, bize şunu net şekilde söylüyor: Bir gazeteci bazen hukukun suskun kaldığı yerde konuşur.

Gazetecilik; halk adına sormak, sorgulamak ve hesap sormaktır. Bunun içinse sadece kalem yetmez. Cesaret, inat, hazırlık ve en önemlisi vicdan gerekir. Frost/Nixon, bu anlamda sadece bir dönemin siyasi günahlarını değil, medyanın gücünü, zayıflıklarını ve ahlaki yükünü de gözler önüne seriyor.

Benim için bu film, gazeteci olmanın sadece meslek değil, bir sorumluluk olduğunu hatırlattı. Gazetecilik, bazen etikle çıkar arasında sıkışır ama gerçek gazeteciyi orada tanırsın. "Kimin tarafında durduğuna değil, kimin adına konuştuğuna bakarak."