Gelini Ağlatmak

"Ayol tepe mi kaldı yükseği olsun."

Bugün bir gelenek, bir örf, bir anane olarak görülüyor “gelini ağlatmak”. Kına gecesi, gelin alma, kuşak bağlama gibi ritüeller sırasında ağlamaklı türküler söyleniyor, kasti olarak duygulanıyor insanlar.

Bunu hep garipsemişimdir. Gittiğim her düğünde ve yanımdaki kişiye dönüp “ne yaşıyoruz biz” dediğimde “gelenek işte” şeklinde susturuluyorum, sonrasında kenara çekilip izliyorum. Bazen herkes ağladığı sırada gülümsüyorum, bu işte gülünç bir yön görüyorum. İnsanları kasten ağlatmanın altında bence gülünç bir yön olmalı.

Aklıma Avrupa Yakası Aslı'nın zoraki kına gecesi geliyor. "Daha ağlayacağız" dediklerinde Aslı'nın annesi İffet "kız fizana gidiyor sanki, burada Nişantaşı'na evlenecek" cümlesi. O kadar gerçekçi bir sahneydi ki...Ama en sonunda onlar da ağlıyordu ya, orasını karıştırmayalım.


21. yüzyılda; eğitim ve statü sahibi ve hatta yalnız yaşayan, aile evinden yıllar önce taşınmış kadınların bile bu ritüelleri izlemesi bana ilginç geliyor. Pekâlâ bu gelenekleri “sembolik” törenler olarak yorumlamak da mümkün. Fakat neyi sembolize ettiğini de iyi düşünmek gerek.

 “Gelenek” dediğimiz şey kuşaklar arası tekrarlayan davranışlardır.

Kadınların toplumsal hayattaki konumu, evlilik kurumu ve aile kavramları geçmişteki ile aynı olmadığı gibi bu gelenekler de artık içi boş birtakım ritüeller haline gelmiş durumda.

Bu geleneklerin bir anlam ihtiva ettiği son çağ, kadınların kendi hayatları üzerinde doğru düzgün söz hakkı olmadığı çağlar olmalı zannımca. Kaldı ki kadınların evlilikleri üzerinde söz sahibi olmadığı bir dönemde ortaya çıkmış olmalı bu törenler.

Eylemler edilgen; kız bir eşya gibi “alınıyor”, “veriliyor”; ailesi ağlıyor, belki kızlarını eskisi gibi göremeyecekler, belki de kızlarını “yüksek yüksek tepelere” , “aşrı aşrı memleketlere” gönderiyorlar. Damat evinde bir böbürlenme ve pehpehlenme, gelin evinde ise bir yas havası hâkim. Bu durum evliliğin bir sevgi birlikteliği olmaktan çok bir çıkar birlikteliği olduğuna işaret ediyor. Bu “çıkar” kadının çıkarı değil elbette. Bu hikâyede kadınlar özne değil, bir nesne.

Şimdi 21. Yüzyılda bir düğünde aynı ritüellerin izlendiğini görünce “Siz ataerkiyi gelenek yoluyla yeniden üretiyorsunuz!” diyemiyorum, “Kızınız 8 senedir yalnız yaşıyor, damattan da daha çok kazanıyor niçin ağlıyorsunuz?” da diyemiyorum.

 “Hayırlı olsun” ve “tebrik ederim” diyorum.

Öğrendiğim, inandığım tüm değerleri çöpe atıyorum. Aslında atmıyorum. İçime düşmüş bir kurt var aslında ve o ben kendimi bildim bileli oradaydı. Ve bir soru soruyorum, “Neden?”.

Çağımızda bir kadın artık toplumsal alanda görünür, eğitim alabiliyor, çalışabiliyor ve kendi kaderini çizebiliyor. Kadınların kâğıt üstünde eşit olması eşit yurttaşlar olarak muamele gördükleri ve feminist kazanımların sonuna geldiğimiz anlamına gelmiyor.

Kadınlar ise tarih sahnesinde endüstri devrimi ve sonrasında yaşanan iki dünya savaşı sonrası yeni yeni görünür oldu. Bunu dünya savaşları sonrası ortaya çıkan “işgücü” ihtiyacına bağlamak çok indirgemeci olur. Kadınların toplumda görünürlük ve varoluş mücadelesinin tarihi insanlık tarihi kadar eskidir.

Kamusal yaşam ve özel yaşam ikiliğinin kavramsallaştırılması Aristotales’e kadar gidiyor. Tarih; kadınların kamusal alanda görünürlüğü kısıtlı olan ikincil vatandaşlar olduğu bir düzende gelişti. Ve bu erkek otoritesine dayalı toplumsal örgütlenme modeline ataerki diyoruz.

Burada feminist hareketin tarihçesine kabaca bir giriş yapacağım. İlk kez 17. Yüzyılda insan haklarındaki kazanımlarla birlikte ilk tohumları atılan, kadınları toplumda eşit yurttaşlar haline getirmeye çalışan feminist hareket büyüdü, dallandı ve budaklandı ve birçok meyve verdi. Fakat kadınların anlamlı yasal kazanımlar elde etmesi 20. Yüzyılda anca mümkün olabildi. Modern demokrasilerde dahil kadınların üzerindeki kodlamaları, baskıyı, otoriteyi hala kırmaya çalışıyoruz.

Peki eşit yurttaşlık nasıl sağlanır? Dezavantajlı pozisyonda olanı nasıl eş konuma getiririz? Bunu öncelikle yasalarla yaparız, kurumsal ve geleneksel bariyerleri kaldırırız. Görünmeyen bariyerleri kaldırmak daha uzun sürer. Toplumsal dönüşüm süreçleri bir insanın ömründen çok daha uzun bir süreye yayılır ve süreç doğrusal ilerlemez. Temel insan hakları kazanımları adeta “iki ileri bir geri” şeklinde ilerlemiştir.

“Konuyu bir kına gecesinden aldın buraya nasıl getirdin?” diye sorabilirsiniz. Ben kadınların ağlamasını istemiyorum. Ben kadınların evlendikleri için ağlayacakları bir düzende yaşamasını istemiyorum.

Artık “ailesinden kopmak”, “uzaklara gitmek”, “bilinmeze gitmek” gibi sebeplerle ağlamalarına gerek olmadığını söylüyorum.

Gelini niçin ağlatıyoruz ve ardından oynatıyoruz? Gelinin ağlamasından kolektif bir zevk mi alıyoruz? Yoksa onu gelecekte yaşayacaklarına mı hazırlıyoruz?

Ben gelebilecek bütün karşıt argümanlara rağmen, “kız isteme”, “gelin alma” ve “kına gecesi” gibi ritüellerin eskiyi yansıttığını söylüyorum. Bu geleneklerin günümüz gerçekliğinden kopuk olduğunu ve iyi ki de kopuk olduğunu söylüyorum.

Umarım birçok yok olmuş gelenek gibi yok olur gider. Gelin evden kendi çıkar. Kimse ağlamaz ve sadece dans edilir. Gelin isterse ağlar isterse güler. Hatta isterse gelin bile olmaz.