Gizdökümcü Şiirin Gizleri Şeffaf Şairleri

Bu türde saklama, üstünü örtme çabası yoktur şairin. Yaraları mürekkebi olur. Bizler de, o yaralardan damlayan acıları görürüz eserlerinde

Bazı zamanlar okuduğumuz şeyler için, ne kadar samimi, ne kadar gerçek hissettirdiğini söyleriz ya. Hele ki şiirler… Onlar çok daha başkadır bunu hissettirebilme konusunda. Ama şiirlerde de özellikle bir tür vardır ki, adeta bu cümlenin söylenmesi için yaratılmıştır. İtirafçı şiir veya Nilgün Marmara’nın da dediği gibi, gizdökümcü şiir.

Bu türde, şair kendi yaşamından, duygularından, düşüncelerinden, sevinçlerinden… Kısaca kendinden yola çıkar. Bir saklama, gizleme, üstünü örtme çabası yoktur şairin. Öyle hissediyordur ve öyle yazıyordur. Böylesine yalın bir formülü vardır. Büyüleyiciliği de bu yalınlıktan gelir zaten. Şair bir yandan okuyucuya içini döker, bir yandan da döktüğü içiyle yüzleşir. İşte bu yüzden iki tarafın da cesaretini gerektiren bir türdür.

Gizdökümcü şiir, 20. Yüzyıllarda Amerika’da Robert Lowell, Sylvia Plath, Anne Sexton gibi şairler öncülüğünde kendini göstermiştir. Genellikle ortak noktalarında trajik bir ölüm yer alan bu şairler, içlerini açıp, gizlerini dökmüşlerdir metinlerinde.

“Ölüm çok güzel olmalı,

yumuşak, kahverengi toprakta yatmak,

birinin başının üzerinde çimlerin dalgalanması, ve sessizliği dinlemek.

Dünün olmaması, ve yarının olmaması.

Zamanı unutmak, hayatı affettmek, barışta olmak…”

-Sylvia Plath

Bizim ülkemizde ise bu akımı düşündüğümüz zaman aklımıza gelen ilk isimlerden biri Nilgün Marmara’dır. Sylvia Plath’e olan ilgisini de bildiğimiz Marmara, öncelikle Plath’in şiirleriyle açtığı yolda, ardından da bu dünyayı terk ediş kararında izinden gitmiştir.

Gizdökümcü şiirler okura bir dürüstlük ve yakınlık hissi verir. Kendini döktüğü kelimelerle empati yapmamızı kaçınılmaz kılar. Okuyanlar için kimi zaman farkındalık arttıran, kimi zaman cesaret veren ve hatta kimi zaman da kendilerine dahi itiraf etmeye korktukları düşüncelerini görmeleriyle; kendilerini daha iyi anlayıp kabullenmelerine olanak veren bir türdür.

Duygusal soyunma diyebileceğimiz bu türde, şiirin en gerçek ve samimi hallerinden birini görürüz. Örneğin türün en belirgin isimlerinden Plath, evlilik sorunlarından, depresyonundan, intihar girişimlerinden ve daha birçok dile getirmesi zor cinste konudan bahsetmiştir. Anne Sexton’da da bu türden şeylere rastlarız. Kendini boşlukta hisseden yazar, çocukluk ve gençlik yıllarını mutsuz geçirmiş, memnun olmadığı bir evlilik hayatı olmuştur. İlk intihar girişimiyle birlikte psikiyatrik tedavi görmeye başlamış, şiir yazması da doktorun tavsiyesiyle olmuştur.

Türün bizdeki temsilcilerine baktığımızda, edebiyatımızda kendine özgü birçok isim bulunmaktadır. Nilgün Marmara, depresyon ve yalnızlıkla yüzleşen, Didem Madak, hüzün ve anne özlemine dokunan, Küçük İskender ise cinsellik ve kimlik arayışıyla derin bir etki bırakan şairlerimizdendir.

“Kış başında bir ton kömür yığarlardı kapıya

Bazen görülen rüyalar gibi kapkara

Bir ton rüya çıtırdarken

Sen kar yağmadan önce başkaydın,

Kar yağdıktan sonra bambaşka.

Sanki hep buluğ çağındaydım.

Kuşlar zaptederdi her yeri, sabahları

Binlerce kez söylerlerdi söyleyeceklerini

Bizim hiç anlayamayacağımız bir şeyi

Senin şarkıların aç kuşlara buğday saçardı

Kediler yusyuvarlak dururdu karın ortasında

Kar manzaralı bir resmin ortasında durur gibi

Gri kediler sarmıştı etrafımızı, gri dağlar...

Bir tek senin çocuklar üşüyecek rengi saçların vardı”

-Didem Madak

İtiraf etmek lazım ki, hepimizin zor günleri, acı deneyimleri var. İtiraf etmek lazım ki, çoğumuz bunları itiraf etmede pek iyi değiliz. Ve yine itiraf etmek lazım ki, bazılarımızın bu cesareti bulmak için itiraf edenlere ihtiyacı var.