Hak Ettiği İlgiyi Görmemiş Video Oyunları - 2

Hak ettiği ilgiyi görmemiş video oyunlarının devamı burada.

Hak ettiği ilgiyi görmemiş video oyunları serisine ikinci yazıyla devam ediyorum. İlk içeriğe buradan ulaşabilirsiniz.

Görünüşte klasik bir TPS(Third Person Shooter) oyunu olarak görünen Spec Ops: The Line bundan çok daha fazlası olduğunu sürprizlerle dolu hikayesi ve güçlü oynanışıyla kanıtlamıştı. Oyunun ticari başarısızlığının ardındaki en büyük etkenlerden birisi kötü promosyonları ve zayıf pazarlamasıydı. Spec Ops: The Line AAA oyundan daha çok, bir yan proje gibiydi. Oyunda, Nolan North'un seslendirdiği Kaptan Martin Walker rolünü üstleniyorduk. Dubai'nin çöllerinde çatışmadan çatışmaya girerken, Walker'ın hayal ile gerçeklik arasındaki kalmışlığının çaresizliğini beraber yaşıyorduk. 4 adet 'beklenmedik' farklı sona sahip olan Spec Ops: The Line oyun tarihinin belki de en çok gözden kaçan yapımlarından birisi. 2K Games, büyük bir potansiyeli harcadığı için devam oyunun gelmemesi kimseyi şaşırtmadı.

Max Payne 3, günümüzde birazda olsa hak ettiği övgüyü alıyor fakat piyasaya ilk sürüldüğünde oyuna kötü gözle bakan birçok oyuncu vardı. Bunun başlıca sebeplerinden birisi serinin Remedy'den çıkıp, Rockstar Games tarafından geliştirilmesiydi. Oyun, Max Payne 2'den 9 yıl sonrasını anlattığı için Max'in dış görünüşünde ve karakteristik özelliklerinde haliyle bir takım değişikler vardı. Hatta Max'in kel olmasını bile eleştiren bir kesim vardı. Max Payne 3 görsellik açısından 11 yıl önce çıkmış olmasına rağmen, halen muazzam görünüyor. Oynanış olarak günümüz TPS(Third Person Shooter) oyunlarından bile daha kaliteli çatışma ve dövüş mekaniklerine sahip olan Max Payne 3'ün değeri biraz geç anlaşıldı.

Batman Arkham serisinde üvey evlat muamelesi gören gören Batman: Arkham Origins aldığı ağır eleştirileri hak etmeyen bir yapım. Oyuna gelen eleştirilerin başında Kevin Conroy'un Batman'i, Mark Hamill'ın da Joker'i seslendirmemesi geliyordu. Atmosfer olarakta diğer iki Arkham oyununa göre, ruhsuz ve donuk bir deneyim sunuyordu. Batman: Arkham Origins, seri içerisindeki en iyi boss dövüşlerine sahipti. Bane, Deathstroke, Firefly, Copperhead gibi aksiyon dozunun son derece yüksek olduğu, birçok düşmanla savaşmak keyif veriyordu. Batman: Arkham Asylum'dan sekiz yıl öncesini konu alan oyunda, henüz genç ve tecrübesiz bir Batman'i yönetiyorduk. Kış ortasında, daha karamsar ve boğucu bir atmosfere sahip olan Arkham Origins, Arkhamverse'ü genişletmesinin yanında genç bir Batman'in nasıl olacağını kanıtladı.

Lords of the Fallen'ın oynanış ve mekanik olarak Dark Souls'lardan herhangi bir eksiği yoktu. Oyunda bulunan canavarlar ve boss'lar ne Dark Souls kadar zordu ne de çok kolaydı. Hem tecrübeli, hem de yeni başlayan oyuncular için Lords of the Fallen ideal bir oyundu. Estetik olarak oyunun sanat ve çevre tasarımı şaşırtıcı derecede iyiydi. Ayrıca ana menü müziği o kadar güzel bestelenmişti ki bazen dakikalarca dinleyebiliyordunuz. Oyun çıktıktan bir süre sonra, ikinci oyunu duyurulmuştu fakat geliştirme süreci yapımcı ekibin istediği gibi gitmediği için sürekli ertelenmişti. Geçtiğimiz aylarda Lords of the Fallen tam da unutulmuş denilirken, devam oyunu olan The Lords of the Fallen oynanış fragmanı ile duyurulmuştu. Umarım yeni oyunun kaderi, ilk oyun gibi olmaz.

Ubisoft'un, Prince of Persia: The Sands of Time filmi ile beraber yayımladığı PoP: The Forgotten Sands, ilk üçlemenin başarısına ulaşamadı. PoP: The Sands of Time ve PoP: Warrior Within'in arasındaki yedi yılda geçen oyunda Prince'in abisi olan Malik'in krallığını ziyaret ediyorduk. Oynanış olarak birçok yeniliği beraberinde getiren PoP: The Forgotten Sands'de; Prince ile 4 elementi kontrol edebiliyorduk, parkur eski oyunlara göre daha akıcıydı ve Prince'i istediğimiz tarzda upgrade sistemi ile güçlendirebiliyorduk. Oyunun sinematikleri ve çevre tasarımı göz alıcı olmasına rağmen, karakter tasarımları da bir o kadar kötüydü. Dövüş sistemi eski oyunlara göre daha düz ve kombosuz bir şekilde tasarlanmıştı. Bunlara rağmen Prince of Persia: The Forgotten Sands seriyi köklerine döndürmeye çalışan bir ara oyun olmasına rağmen keyifli bir zaman geçirmek için doğru bir tercih.

2010 yılında Remedy Entertainment tarafından geliştirilen psikolojik gerilim oyunu Alan Wake hak ettiği değeri uzunca bir süre görmedi. Oyunun çıkış tarihinde hata yapan Remedy Entertainment, Alan Wake'i, Red Dead Redemption ve Prince of Persia: The Forgotten Sands ile karşı karşıya bırakmıştı. Oyunun pazarlamasını da istediği gibi yapamayan Remedy Entertainment, Alan Wake'i bunlara rağmen unutmadı. İlk olarak American Nightmate adında ek paketi çıkan oyun, bir süre sonra da PC platformunda boy gösterdi. Farklı tarzda bir oynanış stili sunan Alan Wake'in dövüş sistemi çok gelişmiş değildi. Düşman çeşitliliği azdı ve yalnızca el feneri-silah kombinini kullanabildiğimiz için düşmanları alt etmek bir süre sonra sıkıcı olabiliyordu. Alan Wake'i asıl öne çıkartan akıcı ve içine doğru çeken hikayesiydi. Bright Fall KBF Radio'su, kasabaya derinlik ve gerçekçilik katıyordu. Oyunda bulunan Night Springs adında ki televizyon şovu izlerken, size oyundan bir an uzaklaşıp sanki gerçekten bilimle ilgili bir belgesel izliyormuşsunuz havası veriyordu. Şovun her bir bölümü zekice oluşturulmuştu. Alan Wake son zamanlarda aradığı popülerliğe ulaşsa da bu biraz geç oldu. 2021 yılında remastered sürümü çıkan Alan Wake'in devam oyununun da bu sene içerisinde piyasaya sürülmesi bekleniyor. Alan Wake uzun süre sonra hak ettiği değeri gördü. Geç olsun, güç olmasın.

Prey belki de şimdiye kadar yapılmış en underrated* oyun desem abartmış olmam. Prey, Talos I adlı bir uzay istasyonunda geçiyor. Burada mimic adı verilen her türlü şekile girebilen yaratıklara karşı mücadele ediyoruz. Talos I ölü gibi görünse de yaşattığı hissiyat canlı gibiydi. İstasyon o kadar canlı hissettiriyordu ki sanki gerçekten içerisindeydik. Oyundaki NPC'lerin her birisinin kendi isimleri ve geçmişleri vardı. NPC'lerin kendi aralarındaki etkileşimleri vardı. Kendi aralarında oynadıkları bir D&D(yuh!) bile bulunmaktaydı. Pürüzsüz bir oynanış deneyimi sunan Prey'in dünyası yalnızca ana hikaye değil, araştırma ve keşfetme üzerine de kuruluydu. Sürpriz bir sonu bulunan Prey bütün oyuncuların denemesi gereken inanılmaz bir yapım. Mooncrash adlı ek paketinin de en az ana kadar oyun başarılı olduğunu söylememe gerek yok.

Tıpkı Prince of Persia: The Sands of Time'da olduğu gibi Mad Max'de, Mad Max: Fury Road'ın sinemada gösterime girmesiyle filmi daha geniş kitlelere duyurmak ve fiziksel satışlarını daha iyi pazarlamak için yapılan oyunlardan birisiydi. Oyunda Max ve arabamızı detaylı bir şekilde istediğimiz tarzda özelleştirebiliyor ve güçlendirebiliyorduk. Arkham modeli dövüş sistemi oyunun en büyük artılarından birisiydi. Zekice tasarlanmış kıyamet sonrası açık dünyası, filmlerden alıştığımız Mad Max atmosferini oyuncuya yansıtıyordu. Araç savaşları, dövüş sistemi, müzikler ve dahası kısaca oyunun genel tasarımı birinci sınıf kaliteydi. Issız çöllerde arabamızla dolaşırken, kum fırtınalarına meydan okuyorduk. Oyuncuyu sıkmayacak şekilde tasarlanmış açık dünyası her yeri keşfetme isteği uyandırıyordu. Ayrıca oyun, Mad Max: Fury Road'dan ilgi çekici easter egglere sahipti. Mad Max'in belki de istediği satışlara ulaşamasının en büyük sebeplerinden birisi yeterli reklam yapılmaması ve Metal Gear Solid V: The Phantom Pain ile aynı gün piyasaya sürülmesiydi.

Assassin's Creed serisinin en göz ardı edilen, unutulmaya yüz tutmuş oyunu Assassin's Creed: Syndicate'tir desem yanlış olmaz. Serinin en az satan 2 oyunundan birisi olan AC: Syndicate, Ubisoft için büyük bir başarısızlık olan Assassin's Creed: Unity'nin günahlarını çekmek zorunda kalmıştı. Oyuncular Assassin's Creed: Syndicate'e ön yargı ile bakmışlar hatta birçoğu oyunu bile satın almaya yeltenmemişti. Assassin's Creed: Syndicate yanlış yerde ve yanlış zaman çıktı bu da serinin hayranları tarafından bile geçiştirilmesine sebep oldu. İlk çıktığı zamanlar ufak tefek optimizasyon sorunları olsa da AC: Syndicate iyi sayılabilecek bir oyundu. Oyunun açık ara en iyi yönü Viktorya Dönemi Londra'sının boğucu, kasvetli ve yağmurlu atmosferini tam olarak yansıtmasıydı. Kirli sokaklardan, devasa fabrikalara kadar herşey tasarlanmıştı. Jacob ve Evie Frye adında ikiz kardeşleri canlandırdığımız oyunda Evie daha çok gizliliği ile öne çıkarken, Jacob yumruklarını tercih ediyordu. Temelde iki karakterde aynı işlevi görsede, aslında birbirinden farklı stilleri sunuyordu. Yeni eklenen çete savaşları oyuna ayrı bir tat katsada bir süre sonra kendini tekrarlıyordu. Hikaye olarakta, serinin en zayıf halkalarından birisiydi. Son olarak, Jack the Ripper ek paketi belki de Assassins's Creed serisinin en iyi ek paketlerinden birisiydi.

Electronic Arts, Need for Speed: The Run'da diğer Need for Speed oyunlarından daha farklı bir şey denemişti. NFS: The Run yalnızca yarışlara değil, tıpkı Need for Speed: Most Wanted'da olduğu gibi hikaye üzerine yoğunlaşan bir imaj çiziyordu. Açık dünya üzerine odaklanmayan oyun, çizgisel ve yarı-sinematik bir şekilde ilerliyordu. İlk kez kullanılan Frostbite 2 oyun motoru, yarış oyunları için ideal olmadığı için, oyunun çıkışıyla birçok hatayı beraberinde getirmişti. Ayrıca Need for Speed: The Run yüksek fiyatına göre çok kısa bir oyundu ve 'meydan okumalar'lar harici çok fazla içerik vaat etmiyordu. Peki oyunun iyi yaptığı şeyler nelerdi ? Need for Speed: The Run'da, Jack Rourke adındaki ana karakterimizi araç dışında da, sınırlı bir şekilde QTE'ler(Hızlı Tepki Gerektiren Olay) ile yönetebiliyorduk. Ülke çapında 200 yarışçının San Francisco'dan, New York'a kadar, birinci olmak için yarıştığı oyunun hikayesi ilgi çekiciydi. Araç fizikleri yeni oyun motoru sayesinde, eski oyunlarına göre oldukça gelişmişti. Yalnızca bu kadar değil, yarışlar da heyecan içinde geçiyordu. Her bir mücadele karlı, yağmurlu, güneşli gibi farklı hava koşullarına sahipti. Bunlara rağmen Need for Speed: The Run'ın, kendi topluluğu arasında bile sevildiğini söylemek zor, yine de bir şansı hak ediyor.