Her aşk tükenir mi?
Duygu Asena’nın “Aslında Aşk da Yok” romanı ve "Aşk Var" haykırışım
Duygu Asena’nın “Aslında Aşk da Yok” romanı üzerine düşünceler
Her aşk tükenir mi? İnsan, aradığı tüm özellikleri bir ömür boyu tek bir insanda bulamaz mı? Her ilişki, mutsuz bir alışkanlığa mı dönüşmeye mahkûmdur?
Tek eşli ve heyecanı tükenmiş bir yaşam mı, yoksa özgürlüğümüzü ve kimliğimizi korumak adına aşkın bittiği yerden yürüyüp yalnızlığı göze almak mı?
Aşk ve sevgi bir kere mi gelir başımıza? Yoksa hayat, bir oyun gibi yaşamın farklı evrelerinde karşımıza çıkan farklı insanlarla mı öğretir kendini? Doğamızda olan tek eşli, mutlu bir hayat mı, yoksa her aşkın bir tecrübe olması mı?
“Kadının Adı Yok”un ardından gelen bu ikinci kitap, tanıdığımız karakterin hikâyesini sürdürüyor; bu kez odağında daha çok aşk var. Sonsuza dek süreceğini sandığımız uzun ilişkilerin umutsuz finalleri... Ve tabii ki yine kadınlığın prangaları. Kadının “kutsal ailesi” uğruna hapsolduğu evler, “yuva”, “çocuk” ve “el âlem ne der” uğruna heba edilen bir ömür...
Karakterin, kitabın yayımlandığı 80’li-90’lı yılların sosyokültürel ikliminde; ahlaki yargılarla, cinsiyet rolleriyle ve toplumsal normlarla şekillenmiş bir dünyada yaşamaya çalıştığını düşünüyorum. Kitabı da bu dönemi anlattığını varsayarak okudum.
O yıllar, toplumsal cinsiyet rollerinin çok daha keskin ve baskın hissedildiği bir dönemdi. Türkiye’de feminist aktivizmin ya hiç olmadığı ya da yeni yeni filizlendiği yıllar. İş hayatına katılan kadınların yadırgandığı, evlenmeyen ya da boşanan kadınların yargılandığı, kadınların evlenme odaklı büyütüldüğü, mutsuz da olsa boşanmaya cesaret edemediği bir dönem. Bu nedenle karakter, dönemin şartlarına göre oldukça cesur. İlk kitaptaki sorgulayıcı, meraklı hali bu kitapta da devam ediyor. İç ses diyalogları doğal, zaman zaman esprili ama çoğunlukla eleştirel ve düşünsel.
O dönemin feminist yazarlarını arka arkaya okumaya başlayınca fark ettim: Bu kadınların içsel çatışmaları oldukça yıpratıcı. Çünkü içinde bulundukları toplum yapısıyla kendi düşünce dünyaları çoğu zaman tamamen zıt. Bu da uyumsuzluk yaratıyor, insanı zorlayan bir çelişki... İçlerinde fırtınalar kopuyor. Bu nedenle bazı anlarda doğru düşünemediklerini fark ediyorum. İçlerine atmak zorunda kaldıkları duygular, dışavuramamanın baskısıyla algılarını değiştiriyor ve olayları olduğundan fazla yorumlamaya başlıyorlar. Yaşadıkları kaygılar aslında eşitsizliğin sonucu.
“Hâlâ savaşmak zorunda kaldığım pek çok şey, kafalarındaki örümceklerin asla yok olmayacağı endişesi sıkıyor insanı çok.” diyor Asena.
Bir başka yerde ise şöyle ifade ediyor: “Benim gibi mantığıyla duyguları böylesine çelişen bir insan olmak...”
Bu da karakterin kendini nasıl tanımladığını gösteriyor. Güçlü kadın imajının yıkılmasından ömrü boyunca korkmuş. Kendi iç savaşı ise oldukça yıpratıcı boyutlarda. -Aslında Aşk da Yok , Duygu Asena
Aşka dönecek olursak...
Üzerine düşünmeyi sevdiğim bir konu. Aşk, bazen hayat gibi geliyor. Abartıyor gibi oluyorum ama sonra diyorum ki: Hayat değilse bile, onun tuzu biberi en azından. Hayat, aşksız tatsız. Heyecanını, tutkusunu yaşamadan insan nasıl canlı hisseder ki? Âşık olunca her şey güzelleşiyor. Büyü gibi.
“Yok canım, bırak hayal dünyasını,” demeyin. Aşk kesinlikle var. Ayaklarınızı yerden kestiği doğru.
Karar veremediğim konu ise şu: Yıllarca sürebilir mi? Etrafıma bakınca sanki uzun yıllar sürdürebilenler var gibiydi ama yakından bakınca örneklerini neredeyse hiç göremedim.
Asena da romanında, bir yanıyla aşkların bir gün tükeneceğini biliyor ama diğer yanıyla ömür boyu sürecek aşkı aramaya devam ediyor. Olgunluk yıllarında gençliğine kıyasla daha temkinli, daha korkak davranıyor. Çünkü insan incindikçe daha çok kaçıyor. Ama aşk işte... Bir noktada engel olunamıyor. Ne kadar özgür olursan ol, hayatında her şeye sahip olsan bile, bir boşluk kaplıyor içini.
“Sığınacak bir yürek, sıcak bir elin saçını okşaması, birinin seni düşünmesi...”
İşte bu sevgi ve şefkatin eksikliğini hissetmemek elde değil. Sevgi ve şefkatin olmadığı bir ilişkide durmak da mümkün olmuyor zaten. -Aslında Aşk da Yok , Duygu Asena
İdeal erkeği ararken, hissettiğimiz heyecanın da büyüsüyle karşımızdakini olduğundan farklı bir yere koyabiliyoruz. Olumsuz yönlerini görmezden gelerek, mükemmeli bulduğumuzu sanıyoruz. Ama bir süre sonra gerçekler yüzümüze çarpıyor. Onun da diğer erkekler gibi ya ev kadını beklentisi içinde olduğunu, ya sevgisizliğe dönüştüğünü, ya da başarılarımızla gurur duyamadığını fark ediyoruz.
Hiçbir şey olmasa bile, yıllar geçtikçe çiftler birbirlerine ilgilerini kaybediyor.
Karakter, özlem duygusunun yoğun yaşandığı ayrı yaşanan ilişkilerin daha uzun ömürlü olabileceğini düşünüyor. Çünkü tıpkı evlilikte olduğu gibi karanlık yönlerle yüzleşilmiyor, sıkılmaya da zaman kalmıyor.
Etrafındaki kadınlara bakıyor: Çocukluk arkadaşları, yorgun evliliklere sıkışmış, boşan(a)mamışlar. Kimisi hayatında hiç doyuma ulaşamamış, hiç âşık olmamış. O elektriklenmeyi hiç hissetmemişler... Ama yine de o hayatın içinden çıkamıyorlar.
Kimisi “komşular ne der” korkusuyla, kimisi “yuva” kavramının tabu olmasıyla, kimisi çocukları yüzünden... Ve çoğunun ekonomik özgürlüğü yok. Böyle durumlarda insan kendini mutlu sanabiliyor. Çünkü başka seçeneği yok.
Oysa bir cesaret etseler... Hayatlarında neler değişecek! Tatmadıkları mutlulukları tadacaklar, özgürlüğü hissedecekler, benliklerini yaşayacaklar. Rüzgârı hissedecek, kuş seslerini yeniden duyacak, kalplerinin çarpıntısını fark edecekler... Ve belki ilk kez böyle derin, rahatlatıcı bir nefes alacaklar.
“Sömürü insanın karşısına aniden çıkmıyor. Genellikle hiç belli etmeden, sinsi sinsi yaklaşıyor. Sömürü çok akıllı. Önce sizi umutlandırıyor, sonra yavaşça iliğinizi, kemiğinizi kurutuyor.” -Aslında Aşk da Yok , Duygu Asena
“Öyle içimize işlemiş ki görünmeyen yasalar, kurallar, yasaklar... İliklerimizde, kanımızda ve beynimizin kıvrımlarında bunlarla doğmuşuz.” -Aslında Aşk da Yok , Duygu Asena
Her kadının içinde fırtınalar kopuyor. En bağımsız görünenlerde bile. Bu yargıları bazen kendimize bile yöneltiyoruz fark etmeden. Aşkın yaşı, sınıfı, cinsiyeti, rengi olur mu? Olmaz.
Peki ya kaç aşk yaşadığımızdan kime ne?
Evlenip evlenmediğimiz, boşanıp boşanmadığımız ya da hiç çocuk istemeyişimiz neden başkalarının meselesi oluyor?
Asena düşünmeye itiyor bizi. Hep erkekleri suçladık, evet. Ama o düzeni kim yarattı? Onları yetiştiren, makbul sayan sistem kimin eseriydi?
Belki biz, son kuşaklar bir şeyleri değiştirebiliriz. Zaten değişim başladı. Ama hâlâ daha az korkuya, daha az sorguya ve daha az yargıya ihtiyacımız var. Kendimizi sonsuzca sevmeye, dimdik durmaya, kimliğimizden utanmamaya...
Ne istediğimizi bilmeye ve yolumuzda sadece bize eşlik edecek kişilere yer açmaya.
Karakterin arkadaşları, Sevginin bittiği yerden gitmeyi bildiği için ve yeni aşklara cesareti olduğu için onu hep eleştiriyor :
“Ne bu çocuk gibi oradan oraya savrulmak?”
Ama o, sevmeyen, hiç sevmemiş olanlar için üzülüyor. Sevgiyi tatmamış bir hayatın tadı ne olabilir ki?
O da benim gibi... Hayattaki en önemli şeyin aşk olduğunu düşünüyor. Çünkü insanı canlı hissettiriyor. Tek farkımız, o birkaç gün bile bir erkek için yatağa düşmüyor. Her zaman hayatına devam ediyor. Çünkü biliyor: Hayattaki en önemli şey kendimiziz.
Başarılarımızda yalnızız, başarısızlıklarımızda da.
O zaman bizden daha önemli ne olabilir dünyada? - Aslında Aşk da Yok , Duygu Asena
Kendimize zarar vermezsek, bize kötülük de gelmez. O yüzden “ben” en değerli varlık. Ve ben kendimi seviyorum. Kendime güveniyorum.
“Aşklar bitiyorlar, öyleyse yoklar.” diyor Asena.
Bitiyor, evet. Ama varlar. Hissediyoruz.
Bitmesi can sıkıcı, evet ama çözüm: Anı yaşarken, bir gün biteceğini bilmek.
Aşkı yaşamaktan, bitecek diye vazgeçmemek. Her zaman bir şans vermek insana.
Kendini unutmadan. Tüm saygınla, başarınla, sevginle...
Kendini önceliklendirerek.
Tüm ışıltınla yaşamaya devam ederek.
Kim bilir...
Belki de gerçekten ömrü tükenmeyen bir sevgiye denk geliriz.
Çünkü aşksız yaşamın hiç tadı yok.
Ve sevmek, sevilmek kadar güzel çok az şey var bu dünyada.