Herkes Oy Vermeli Midir?
Türkiye, bir ayağı muhafazakar diğer ayağı laik denilen bir yapıdan oluşan denge tahtası gibidir. Bu olay seçimlere nasıl yansıyor?
Ülkemizde yıllardır tartışılan bu sorunun cevabını birlikte düşünmeye ne dersiniz? Meşrutiyetten bu yana Türkiye’deki taşra ve şehir dinamikleri; edebiyata, tiyatroya, sinemaya ve dizilere defalarca konu olmuştur. Bu ayrım ve çatışma, günümüzde popüler dizilerde de etkisini sürdürmektedir. Türkiye, bir ayağı muhafazakar, diğer ayağı laik denilebilecek bir yapıdan oluşan bir denge tahtası gibidir. Bu benzetme, ülkemizin sosyolojik yapısını ve siyasetindeki kutupları çarpıcı bir şekilde özetler.
Taşra ve Şehir: Bir Çelişki mi, Birliktelik mi?
Siyasi arenada başarıyı yakalamış figürlere baktığımızda (seçim kazanma sayısı olarak), bu sosyolojik bilmecenin çözümünde ustalaşmış olduklarını görüyoruz. Özellikle taşranın büyük bir kısmını ve şehirlerin bazı bölgelerini (Batı sahil şeridi hariç) etkileyen bu politikalar, seçim zaferlerinin ardındaki temel strateji olarak öne çıkıyor.
Bu durum, ülkemizin yapısal çelişkilerini de gözler önüne seriyor. Taşra ile şehir arasında süregelen bu "çatışma hali," sadece siyasi bir tercih meselesi değil; aynı zamanda derin sosyolojik ve kültürel ayrımları ifade ediyor. Taşra, geleneksel değerlerin kalesi olarak görülürken; şehir, modernleşme ve bireysel özgürlüklerin temsilcisi olarak konumlanıyor. Ancak bu ayrım, her zaman bu kadar keskin değil. İnsanların kişisel deneyimleri ve kimlikleri, bu iki kategorinin ötesine geçebiliyor. Aynı zamanda yıllardır süregelen köyden kente göçler şehirlerin elit ve aydın denilenebilecek bölgelerininde sosyal dinamiklerini değiştirmekte, göç eden insanların gittikleri bölgelere uyum sağlamak yerine geldikleri yerin kültürlerini taşımaktadırlar. Bu da şehir - taşra ayrımını şehrin gettoları (gecekondu mahalleleri) ve elit sahip semtleri olarak indirgiyor.
Oy Vermenin Sosyolojik Temeli
Seçimlerde oy kullanmak, bireyin toplumsal yapıya dahil olmasının en somut yollarından biridir. Peki, herkes oy vermeli midir? Bu soruyu sosyolojik bir bağlamda ele aldığımızda, mesele sadece bir vatandaşlık görevi olmaktan çıkar; bireyin aidiyetini, toplumsal katılımını ve kimlik arayışını da içerir. Oy vermek, bir kişinin kendini nasıl tanımladığının bir yansımasıdır: Taşrayı mı, şehri mi, yoksa ikisinin kesişim noktasını mı temsil ediyor?
Bireylerin siyasi tercihlerine yön veren faktörlere baktığımızda, sosyo-ekonomik durum, eğitim seviyesi, kültürel aidiyet ve bölgesel farklılıklar gibi birçok değişkenin devrede olduğunu görüyoruz. Bu nedenle, her bireyin oy kullanması toplumun farklı kesimlerinin temsil edilmesi açısından önemlidir. Ancak, bu katılımın nitelikli bir şekilde gerçekleşmesi de bir o kadar kritiktir. Seçmenlerin, kararlarını bilinçli bir şekilde verebilmeleri için bilgiye erişimin eşitliği ve eleştirel düşünme becerilerinin geliştirilmesi gereklidir. Aksi olduğu bir ütopya hayal edelim mi? Bizler için pek zorlu olmayacaktır. :)
Toplumsal Aydınlanma ve Seçimlerin Kaderi
Toplumlar, aydınlanmayı sağlayamadıklarında kendilerine sunulan seçenekleri değerlendirecek yeterli bilgi birikiminden yoksun kalabilirler. Bu durum, doğru ile yanlışı ayırt edemeyen, kısa vadeli çözümlerle yetinip uzun vadede kendi geleceğini tehlikeye atan bireylerin çoğalmasına yol açar. Eğitimsiz, düşünsel birikimden mahrum, hayatında bir gazete yazısı dahi okumamış bireylerin seçim sandığındaki bilinçsiz oyları, toplumun genel gidişatını derinden etkiler. Bu tür oylar, yalnızca kendi yaşamlarını değil, aynı zamanda çocuklarının ve torunlarının geleceğini de karanlığa sürükleyebilir.
Cahil Seçmenin Gücü ve Aydınların Çıkmazı
Demokrasinin en büyük ironilerinden biri burada kendini gösterir: Eğitimsiz ve düşünsel anlamda yetersiz bireyler, eğitimli ve geleceği inşa etmeye çalışan insanların çabalarını baltalayabilir. Bu, özellikle ülkedeki aydın kesimin, toplumu dönüştürme çabalarını neredeyse boşa çıkarır. Bir bireyin düşünmeden kullandığı oy, bir bilim insanının, bir öğretmenin ya da bir aktivistin yıllarca verdiği mücadelenin önüne geçebilir.
Daha da trajik olan, bu durumun bir kesim tarafından övülmesidir. "Cahilin ferasetine güveniyorum," diyenler, aslında toplumun ilerlemesini değil, gerilemesini tercih etmektedir. Okuyan, sorgulayan, eleştirel düşünen bireylerin varlığını tehdit olarak gören bu zihniyet, yalnızca kendi çıkarlarını değil, tüm bir ulusun geleceğini riske atmaktadır. Bu, sadece bireysel değil, toplumsal bir bilinçsizliktir.
Cahil Kesimin "Feraseti" mi, Toplumsal Çöküşün Altyapısı mı?
Cahil kesimin ferasetinden medet uman bir anlayış, aslında manipülasyonu kolaylaştıran bir sistemin ürünüdür. Eleştirel düşünmenin teşvik edilmediği bir ortamda, bireyler manipülatif söylemlerle yönlendirilebilir. Bu insanlar, yalnızca günlük çıkarlarına hizmet eden vaatlerle kandırılabilir ve uzun vadeli sonuçları hesaba katmadan oy kullanabilirler. Bu durum, demokratik sistemlerin sürdürülebilirliği açısından ciddi bir tehdit oluşturur.
Oysa ki demokrasinin sağlıklı işleyebilmesi için bireylerin bilinçli seçim yapabilmesi gerekir. Toplumsal aydınlanma, bu noktada bir lüks değil, bir zorunluluktur. Eğitim, eleştirel düşünme becerisi kazandırmalı; empati ve toplumsal sorumluluk değerleri, bireylerin karar alma süreçlerine yansıtılmalıdır. Bu olmadığı takdirde, kısa vadeli bireysel kazançlar peşinde koşan bir seçmen kitlesi, uzun vadede bir ulusun geleceğini tehlikeye atabilir.
Manipülasyon, Cehalet ve Aydınlık Yüzlerin Mücadelesi
Yakından baktığımızda, etrafımızda bu senaryoyu tekrar tekrar yaşandığını görüyoruz. Bilinçli bir şekilde cahil bırakılan ve aynı zamanda yoksullaştırılan geniş bir kesim, belirli güç odaklarının oyunlarına alet ediliyor. Dini değerlerin siyasete araçsallaştırılması, seçmen kitlesinin duygusal manipülasyonu için en etkili yöntemlerden biri olarak öne çıkıyor. Kürsülerden okunan dualar, şiirler ve gözyaşları, seçmenin aklı yerine duygularına hitap eden bir atmosfer yaratıyor. Bu süreçte kullanılan araçlar sadece retorik değil; medya ve popüler kültürde manipülasyonun en önemli parçalarından biri haline geliyor.
Medyanın Gücü ve Sistematik Manipülasyon
Televizyon dizilerinden haber bültenlerine kadar uzanan bir medya ağı, bilinçaltını etkileyen mesajlarla toplumun algısını şekillendiriyor. Görünürde masum hikâyeler barındıran diziler, toplumun geleneksel değerlere sıkı sıkıya bağlı kalmasını pekiştiriyor ve eleştirel düşünme yeteneğini törpülüyor. Haber kanallarında ise gerçeklik yerini çarpıtılmış bilgilere bırakıyor. Ellerinde çubuklarla haritalar üzerinde hamasi nutuklar atan kişiler, topluma hem korku hem de sahte bir umut aşılıyor. Mehter marşları ve bayrak temalı yayınlar, milliyetçi duyguları köpürtürken gerçek sorunların üzerini örtüyor.
Bu yöntemlerle manipüle edilen halk, yoksulluk ve cehalet içinde bırakılmasına rağmen kendisini bu hale getirenlere sadakatle bağlanıyor. Bir kuru ekmek, bir torba kömür ya da bir paket makarna yaşam şartlarını iyileştirmediği halde minnetle karşılanıyor. Bu kısır döngü, halkın kendi durumunu sorgulamasını engelliyor. Aç kalıyorlar, ancak şükrediyorlar. Daha kötüsü, kendilerini bu hale getirenlere oy vererek bu düzenin devam etmesine katkıda bulunuyorlar. Sizin anlayacağınız oylarını seçim sandığına değil kendilerini yoksullaştıran erklerin verdiği gıda kolillerine atıyorlar.
Gelecek Perspektifi
Toplumsal aydınlanmayı gerçekleştirmek, yalnızca bugünün değil, geleceğin temellerini sağlamlaştırmak demektir. Cahil kesimin "ferasetinden" medet uman anlayış, toplumların ilerlemesini değil, duraklamasını ve hatta gerilemesini temsil eder. Ancak bilgi, empati ve ortak sorumluluk duygusuyla yoğrulmuş bir toplum, demokrasinin gerçek anlamını hayata geçirebilir.
Geleceğin Türkiye’si, okuyan, düşünen ve sorgulayan bireylerin omuzlarından toplumsal iyileşmeye odaklanması gerekir.
Her şeye rağmen cahil kesim savunulabilir mi?
Cahil kesimin savunulması, her ne kadar zor bir iş gibi görünse de derinlemesine bir değerlendirme yaptığımızda insan doğasının ve toplumsal yapının anlaşılmasında önemli bir ahlaki ve felsefi mesele olarak karşımıza çıkar. Bu tür bir savunma, cehaleti onaylamak anlamına gelmez. Tam tersine, bireylerin içinde bulundukları durumun nedenlerini anlamaya çalışmak ve bu sorunları çözmek için bir çaba gösterilmesi gerektiğine işaret eder.
Cehaletin Kaynağı: Kişisel mi, Sistemik mi?
Bir insanın cahil olması genellikle kişisel bir tercih değil, sistemin bir sonucudur. Eğitimsizlik, yoksulluk ve bilgiye erişim eksikliği gibi yapısal sorunlar, bireyleri cehaletin içine hapseder. Çoğu insan, doğduğu çevrenin koşullarını aşmakta zorlanır. Eğitimsiz bireyler, çocuklarını birey olarak görmeyebilir ya da kadın-erkek eşitliğini içselleştirememiş olabilir. Çünkü bu değerleri öğrenebilecekleri bir ortamdan yoksundur.
Bu bireylerin sorunlu davranışlarının çoğu bilinçsizlikten kaynaklanır. Örneğin:
- Kadınlara yönelik şiddet, genellikle kültürel normlardan beslenir.
- Çocukların psikolojisinin önemsenmemesi, eğitim eksikliği ve farkındalık yetersizliğinin sonucudur.
- Ekonomik konulara dair sınırlı bilgi, bireylerin yaşadığı çevrenin sunduğu olanaklarla doğrudan ilişkilidir.
Bu noktada, sorulması gereken temel soru şudur: Cehaletle mücadele etmek için bireylerin cezalandırılması mı, yoksa içinde bulundukları koşulların iyileştirilmesi mi daha etkilidir?
Yoksulluk ve Cehalet: Suç mu, Mağduriyet mi?
Eğitimsiz bireylerin topluma zarar verebilecek davranışları elbette görmezden gelinemez. Ancak bu durum, onların özünde kötü insanlar olduğu anlamına gelmez. Yoksulluk ve cehalet, bireyleri ahlaki ya da sosyal olarak yargılamadan önce, bir mağduriyet olarak ele alınmalıdır. Bir insanın suça eğilimli olması, genellikle yaşadığı koşulların ve çevresel faktörlerin bir sonucudur.
Bu bağlamda, aşağıdaki noktalar göz önünde bulundurulabilir:
- Davranışların Kökeni: Cehaletten kaynaklanan olumsuz davranışlar, eğitim ve farkındalıkla düzeltilebilir. Örneğin, hijyen alışkanlıkları veya toplumsal değerler, uygun bir eğitimle bireylere kazandırılabilir.
- Toplumsal Sorumluluk: Cehalet, yalnızca bireyin değil, toplumun ve sistemin de bir sorunudur. Eğitim politikaları, sosyal yardımlar ve toplumsal farkındalık kampanyaları bu kesimlerin durumunu iyileştirmek için kritik öneme sahiptir.
Cehaleti ve Yoksulluğu Anlamak
Cehalet, her ne kadar toplumun ilerlemesini engelleyen bir faktör olarak görülebilse de, bu insanlar tamamen gözden çıkarılmamalıdır. Zira, her birey potansiyel taşıyan bir varlıktır. Eğitimle, fırsat eşitliğiyle ve sosyal destekle bugün cehaletle anılan bir birey, gelecekte topluma değer katabilecek biri haline gelebilir.
Yoksulları sevmek ve anlamak, onların şu anki durumlarını meşrulaştırmak anlamına gelmez. Bu, insan onuruna olan inancı korumak ve bireylerin sahip oldukları potansiyeli fark edebilmekle ilgilidir. Eleştirilen davranışların kaynağı cehalet ve yoksulluk ise çözüm bu koşulları değiştirmek olmalıdır.
Çözüm İçin Öneriler
- Eğitim Reformları: Özellikle dezavantajlı bölgelerde eğitimin kalitesinin artırılması, bireylerin toplumsal hayata daha bilinçli katılımını sağlar.
- Ekonomik Fırsatlar: Yoksullukla mücadele için mikro kredi programları, istihdam politikaları ve mesleki eğitimler uygulanabilir.
- Farkındalık Kampanyaları: Hijyen, toplumsal eşitlik ve şiddet karşıtı kampanyalarla bireylerin bilinç düzeyi artırılabilir.
- Toplumsal Katılım: Cehaletle mücadelede sadece devlet değil, sivil toplum kuruluşları, yerel inisiyatifler ve bireyler de aktif rol almalıdır.
İnsan Onuruna İnanmak
Her şeye rağmen yoksulları ve cahil kesimi sevmek, onları anlamak ve içinde bulundukları durumu düzeltmek için çabalamak, bir toplumun ahlaki olgunluğunun göstergesidir. İnsanların değişme potansiyeline inanmak, yalnızca bireylerin değil, toplumun da dönüşümüne olanak tanır. Bugün "kurtarılamaz" görülen bir birey, yarın iyi bir öğretmen, mühendis ya da sanatçı olabilir. Toplum, bu dönüşümün gerçekleşmesi için gerekli ortamı sağlamaktan sorumludur.