Hygge Felsefesi ve Sosyal Medya
Modern Hayatın Kaosunda Bir Nefes
Düşünün bir kış akşamı dışarıda kar serpiştiriyor. Pencere camına usulca vuran rüzgarın ninnisi, evin içindeki sıcak atmosferle zıtlık oluşturuyor. Elinizde dumanı tüten bir fincan sıcak çikolata, yanınızda kalın örgü bir battaniye ve yalnızca mum ışığının aydınlattığı huzur dolu bir oda... İşte Hygge’nin büyülü dünyasına hoş geldiniz.
Hygge, Danimarka’nın ikliminin sertliğine karşı bir direniş gibi doğmuş, soğuk, karanlık ve uzun kış günlerinde sıcaklık ve huzuru bulmanın bir yolu olmuştur. Ancak Hygge sadece fiziksel rahatlığı değil, ruhu da saran bir yaşam felsefesidir. Sükuneti ve hayatın karmaşasından kaçışı temsil eder. Kökeni Norveççe’ye dayanır ve “iyi hissetmek” anlamına gelir. Ancak bu iki kelimeyle anlatılamayacak kadar derindir. Hygge sade ve mütevazı bir yaşamı kucaklamaktır. Etrafındaki dünyadan kaçarak en basit anların tadını çıkarabilme yeteneğidir. Hygge anları, bir fincan çayda, sakin bir akşam yürüyüşünde ya da en sevdiklerinle paylaşılan derin bir sohbette gizlidir. Kısacası Hygge bize yavaşlamayı, anı kucaklamayı ve mutluluğu en sıradan detaylarda bulmayı öğretir.
Peki bu dingin ve sade yaşam tarzı, günümüzün ışıltılı ve hızla dönen influencer dünyasında nasıl bir karşılık buluyor? Yağmur damlaların vurduğu camın önünde, bir fincan kahve ve yanında da incecik bir kitapla atılmış o postları hatırlıyor musunuz?Sosyal medya dünyası gerçek ile kurgu arasındaki ince çizgide dans ederken Hygge’nin bu platformlarda yeniden yaratılışını da izliyoruz.
İnfluencer dünyasında bu tür paylaşımlar her ne kadar doğallığı ve sadeliği yansıttığını iddia etse de ardında çokça hesaplanmış bir estetik gizli olduğunu biliyoruz. Mütevazı gibi görünen bu bir kahve fincanı ya da kitap, aslında en doğru açıdan, en iyi ışıkta ve en güzel filtrelerle sunulmuştur. Yani Hygge felsefesinin özü olan anın gerçekliği ve doğallığı, sosyal medya postlarının mükemmeliyet arayışı içinde yeniden şekillendirilir. Fakat bu bir çelişki mi? Yoksa Hygge’nin özünde yatan mutluluk arayışı sadece modern dünyanın en popüler vitrinlerinden birinde, yeni bir formda mı kendini göstermekte? Neden bu kadar sık karşılaşıyoruz bu görüntülerle?
Bir yandan bakıldığında modern dünyanın sürekli hız kazanan akışında, insanlar sanki bitmeyen bir yarışın içindeler. Gün, bir öncekinden daha hızlı geçiyor. İşler, planlar, projeler üst üste yığılıyor. Herkesin bir yerlere yetişmesi gerekiyor. Kariyer basamaklarını tırmanmak, yeni bir hobiyi öğrenmek, sosyal medyada aktif olmak ya da sadece günlük sorumlulukları yerine getirmek… Bu hız belki de modern insanın en büyük bağımlılığı haline geldi. Sürekli bir yerlere varma isteği, her anı dolu dolu yaşama gerekliliği bir tür zorunluluğa dönüştü. Fakat tüm bu hızın içinde, aslında insanlar içten içe bir şeyden korkuyorlar: Kaybolmak. Zamanın, hızın, teknolojinin ve beklentilerin içinde kendi varoluşlarını yitirmekten endişe duyuyorlar.
Başta instagram olmak üzere diğer tüm platformlar hızın ve sürekli akışın en büyük sembollerinden biri haline geldi. Herkes hayatının en güzel anlarını paylaşmak, mükemmel kareleri yakalamak ve bu hızın içinde bir iz bırakmak peşinde. Ancak ironik bir şekilde Hygge gibi dinginliği ve sadeliği yücelten bir felsefe, tam da bu hızlı akışın bir parçası haline gelmiş durumda. Belki de hızın içinde kaybolan insan, Hygge’nin sunduğu sakinliğe ve huzura olan derin arzusunu bu kareler üzerinden dile getiriyor. Her ne kadar bu anlar mükemmel bir şekilde kurgulanmış ve planlanmış olsa da, aslında arka planda daha derin bir ihtiyaç var: Yavaşlamak ve kaybolma korkusunu yatıştırmak.
Influencer dünyasında Hygge’nin bir ‘trende’ dönüşmesi aslında bu ihtiyaçtan kaynaklanıyor. Ancak burada ilginç bir ikilem var. Sosyal medya çoğu zaman anı yaşamaktan çok, anı mükemmel bir şekilde sunma platformu olarak işliyor. Bir fincan kahve ve yağmurlu bir manzara örneğimiz, aslında o anı deneyimlemekten çok onu estetik bir görsel olarak başkalarına sunma amacı taşıyor. Yani gerçek bir Hygge anı dijital vitrinlerde biraz kaybolmuş gibi görünüyor. Tabi bu durum insanların Hygge’ye olan ilgisinin yüzeysel olduğu anlamına gelmiyor.
Bu yüzden bu tür fotoğraflar gördüğümüzde altına zorba yorumlar yapmaktan vazgeçmemiz gerekiyor. Çünkü her ne kadar bu anlar mükemmel bir şekilde sahnelenmiş, dikkatlice düzenlenmiş gibi görünse de onların altında yatan daha derin bir ihtiyaç ve arayışı fark etmeliyiz. Herkesin kendi kaosunun içinde bir nefes almaya ihtiyacı var. Bu anlar bir kaçış değil. Aslında insanın özlem duyduğu sakinliğe dair bir hatırlatma.
Bu tür karelerin sosyal medya vitrinlerinde "mükemmellik" algısına hizmet ediyor gibi görünmesi onları küçümsemek ya da alay konusu haline getirmek için bir sebep olmamalı. Aksine bu kareler hepimizin içinde büyüyen ve zaman zaman bastırdığımız o dinginlik ihtiyacını yansıtıyor olabilir. Belki de insanlar, dışarıdan bakıldığında 'mükemmel' görünen bu anlarla aslında kendi içlerindeki huzursuzluğu yatıştırmaya çalışıyorlar. Ve bu noktada, herkesin kendi Hygge anı, kendi kaçış anı kutsaldır—ister sahici olsun, ister kurgulanmış.
Bir fincan kahvenin ya da bir kitap sayfasının arkasındaki huzuru eleştirmek yerine, belki de o anda herkesin kendi hızından, karmaşasından sıyrılmaya çalıştığını anlamalıyız. Belki de bu fotoğrafların altında saklı olan şey hepimizin ortak arayışıdır.