İklim Krizi Toplumsal Cinsiyet İle Nasıl Kesişiyor?
"Çünkü her konuda olduğu gibi iklim krizi ile mücadele de toplumsal cinsiyetten bağımsız değil!"
Farkında olmamız gereken en temel noktalardan biri iklim krizine dayalı eşitsizliklerin hem toplumsal hem de mekânsal olduğu. Dünyanın her yerinde emekçiler ve ırk, toplumsal cinsiyet, etnik kimlik vb sebeplerle marjinalize edilenler iklim krizinden en çok etkilenenleri. 2022’de yayınlanan IPCC raporunda da bu konuya değinildi ve “iklim krizi beden, halk ve çevre sağlığını bozarak … tüm sektörlerdeki emekçiler, evde ya da tarlada çalışan kadınlar, geçimleri doğaya doğrudan bağımlı köylüler ve halklar üzerinde katmanlaşmış olumsuz sonuçlar doğurur.“ dendi (IPCC, 2022). Bu kesimler iklim krizi şiddetini artırdıkça hayatlarını, gelir kaynaklarını, yaşam alanlarını ve hatta hayatlarını kaybetmeye devam edecekler şu an olduğu gibi.
Ancak ben bu kısımda özellikle iklim krizinin kadınları neden daha çok etkilediğinden bahsetmek istiyorum, toplumsal cinsiyet bağlamında. Çünkü diğer her şeyde olduğu gibi toplumsal cinsiyet de iklim krizinin etkilerinden ya da iklim krizi ile mücadeleden bağımsız değil. Kadınların hangi sebeplerden dolayı iklim krizine bağlı felaketler sırasında ve sonrasında daha çok etkilendiği noktasına gelecek olursak başlıca bahsetmemiz gerekenler şu şekilde sıralanabilir:
1.İklim krizi kaynaklı herhangi bir afet sırasında ve sonrasında kadınların maruz kaldığı cinsel taciz ve şiddet artıyor. Yani iklim krizi şiddeti körüklüyor[1].
2. Afetlerde (iklim kriziyle bağlantılı olsun olmasın) kadınların ölüm oranlarının erkeklere göre kat be kat daha yüksek olduğunu gösteren veriler var. Hatta BM’ye göre, iklim krizine bağlı felaketlerde, kadınların ve çocukların ölüm riski erkeklere göre 14 kat daha fazla. Bunun temel sebebi ise toplumsal cinsiyetin kadına yüklediği rollerin kadının kendisini “feda etmesine” sebep olması.
3. Kadınların özellikle afetler sonrasında yerleştirildikleri sığınakların güvensiz ve aşırı kalabalık olması, özellikle hijyenik bir ortamda hayatlarını idame ettirme şanslarının olmaması da bu sebeplerden biri [2].
4. Milyonlarca kız çocuğu iklim krizine bağlı afetler sonrasında evlendiriliyor ya da eğitim haklarından maruz bırakılıyorlar. 2021’de pandemi ve iklim krizi gibi sebeplerle milyonlarca kız çocuğunun okulu bıraktığı ya da bıraktırıldığı verisi mevcut.
5. Dünya genelinde gıda üretiminin yarısını gerçekleştiren ve küresel Güney’de gıdanın %80’ini yetiştiren geçimlik çiftçiler olan kadınlar, ürettikleri üzerinde verdikleri emek kadar söz sahibi değiller. Kadınlar, toplumsal cinsiyetin onlara yüklediği roller nedeniyle kuraklık, besleyici gıda eksikliği, temiz suya erişim ve ekolojik yıkım gibi sorunları erkeklerden daha fazla dikkate almak zorunda. Bu nedenlerle, kadınların ve kız çocuklarının iklim krizine bağlı gıda krizlerinde gıdaya erişimi erkeklere kıyasla çok daha düşük ve açlık veya yetersiz beslenme riskleri daha yüksek [3].
Bu ve bunun gibi onlarca sebep, kadınların ve kız çocuklarının toplumsal cinsiyet eşitsizliğine bağlı olarak iklim krizinin etkilerinden neden daha fazla etkilendiklerinin kanıtı niteliğindedir.
Ancak iklim krizi ile mücadelenin toplumsal cinsiyet boyutunun uluslararası olarak tanınması aslında yeni sayılır. Toplumsal cinsiyet perspektifi, iklim çerçevelerine 2001’de COP7’de alınan Marakeş Uzlaşmaları kararlarıyla dahil edilmeye başlanmıştır. Marakeş kararları, uluslararası iklim konferanslarında ve UNFCCC kapsamında oluşturulan organlarda kadın temsilinin artırılması gerektiğine değinmiştir. İlerleyen süreçte de BM bünyesindeki kadın örgütlerinin ve kadın sivil toplum örgütlerinin iklim değişikliğiyle ilgilenmeye başlamasıyla birlikte, uluslararası iklim müzakerelerinde iklim krizinin toplumsal cinsiyet boyutu daha fazla tartışılmaya başlanmıştır. Bu çerçevede, 2007 yılında, UNFCCC 13. Taraflar Konferansı'nda (COP13) kabul edilen Bali Eylem Planı'nda iklim krizi ile mücadele kapsamında uyum çalışmalarına toplumsal cinsiyetin entegre edilmesi gerektiği konuşulmuş ve bu doğrultuda plana Toplumsal Cinsiyet ve İklim Değişikliği Modülleri eklenmiştir.
2010 yılında Cancun'da (COP16) kabul edilen Cancun Kararları, iklim krizi mücadelesinde toplumsal cinsiyete atıfta bulunan ilk küresel politika olmuştur. Bu kararları 2011’deki Durban Taraflar Konferansı’nda (COP17) kabul edilen Durban İklim Değişikliği Stratejisi’nde yer alan toplumsal cinsiyet eşitliği temelli politikalar izlemiştir. 2012’de Doha’da gerçekleştirilen COP’ta iklim krizinin toplumsal cinsiyet boyutunun taraf devletler tarafından kabul edilmesi ve daimi olarak gündem halinde tutulması kararlaştırılmıştır. 2014 yılında Lima'da düzenlenen Taraf Devletler 20. Konferansı'nda (COP20) başlatılan Lima Toplumsal Cinsiyet Çalışma Programı ise iklim krizi ile mücadelenin toplumsal cinsiyet boyutuna odaklanan çalışmalar yapmayı teşvik eden bir adımdı. Bu programı en önemli kılan ögelerden biri ise programın toplumsal cinsiyeti iklim krizi mücadelesine entegre etmeye çalışırken hem kadınların toplumsal cinsiyet eşitsizliği yüzünden iklim krizine dayalı felaketlerden nasıl etkilendiklerine değinmesi hem de kadınların iklim krizi ile mücadelede üstlendikleri vazgeçilmez rolleri ele almasıdır [4].
Paris Anlaşması'nda ise tarafların iklim krizi ile mücadelelerinde toplumsal cinsiyet temelli politikaları esas almaları gerektiği vurgulandı ve bu da anlaşmayı iklim krizinin toplumsal cinsiyetle bağlantısını uluslararası düzeyde kabul eden ilk anlaşma yapıyor[5]. Dünya’da iklim krizi ile mücadele kapsamında atılan adımlarda toplumsal cinsiyetin giderek daha fazla dahil edildiğini, bu bağlantının bir farkındalık meselesinden daha ötede karar mekanizmalarında yer almasının gerekli olduğunu görüyoruz ancak uygulama kısmında hala yetersiz durumda bu politikalar. Hala dünyanın dört bir yanında kadınlar iklim krizinin sebep olduğu felaketler nedeniyle göç etmeye, hijyenik olmayan koşullarda hayatını devam ettirmeye, şiddete maruz kalmaya, geçim kaynaklarını ve hatta hayatlarını kaybetmeye devam ediyor.
Türkiye’de ise hemen hemen tüm çalışmalarda “iklim ve kadın” konusu göz ardı ediliyor. Doğrudan iklim mücadelesini hedefleyen toplumsal cinsiyet temelli çalışmalar olmadığı gibi iklim verileri de toplumsal cinsiyet temelinde sınıflandırılmıyor. Politika metinlerinde “toplumsal cinsiyet” terimini kullanmanın bile marjinal hale getirildiği bir düzende, toplumsal cinsiyet eşitsizliği dendiğinde sadece eşit işe eşit ücret ya da fırsat eşitliğinin akıllara geldiği bir düzende yerleşmiş toplumsal cinsiyet normlarının kadınları hayatın diğer alanlarında ne kadar etkilediğini görmek zor hale geliyor.
Hukuk, Doğa ve Toplum Vakfı’ndan Avukat Özlem Altıparmak, Bianet ile yaptığı röportajda Türkiye’de iklim krizinin toplumsal cinsiyet boyutunu görmemizi zorlaştıran en büyük etkenin cinsiyet temelli verilerin tutulmamasına bağlıyor. Birkaç yıl önce Kastamonu’da yaşanan sel felaketinde ölenlerin cinsiyete göre dağılımına bakmak için gittikleri farklı kurumlarda cinsiyet temelli verilerin tutulmadığı bilgisiyle karşılaştıklarını, hatta muhataplarının böyle bir veri tutmakla yükümlü olmadıklarını savunduklarından bahsediyor. Bu ise muhatap olduğumuz kurumların bile konu hakkında ne kadar duyarsız olduğunun kanıtı niteliğinde âdeta.
Türkiye’de küçük ölçekli afetlerde bile cinsiyet temelli veriler tutulmuyor, bu da bizi kadınların iklim krizine bağlı afetlerden daha fazla etkilendiğini anlatmamız için Bangladeş ya da Hindistan gibi ülkelerde yaşanan sellerden ya da dünyanın farklı yerlerinde meydana gelen iklim krizine bağlı afetlerden etkilenen kadın erkek oranlarına bakmaya itiyor. Cinsiyet temelli verilerin bilinçli olarak tutulmaması kaçınılmaz olarak eşitsizlikleri görünmez kıldığı gibi konunun gündem haline gelmesini de engelliyor [6]. İklim krizinin toplumsal cinsiyet boyutunu görmemizi engelleyen bir diğer etken de ülkemizde iklim krizi ve çevre adaletsizliklerinin toplumun farklı kesimlerinde ne şekilde hissedildiğine dair yeterince araştırma yapılmamış olmasıdır. Bu da çevresel adalet kavramının sınıf, toplumsal cinsiyet ve ırk gibi farklı sosyal kategorilerle ilişkilendirilmemesi ve dolayısıyla iklim krizine karşı mücadelenin çok yüzlülüğünün göz ardı edilmesi demektir [7]. Özellikle toplumda farklı sosyal eşitsizliklerin birbiriyle sıkı sıkıya bağlantılı olduğu ülkemizde, iklim krizinin olumsuz etkilerine daha fazla katlanmak zorunda kalan kadınlar ve çocuklar başta olmak üzere toplumda o veya bu sebeple marjinalleştirilen kesimlerin omuzlarındaki yük orantısız bir biçimde daha fazladır ve tam da bu yüzden politikaların bu orantısız ilişkiyi ortadan kaldıracak şekilde toplumsal cinsiyet eşitliği temelinde oluşturulması ve en önemlisi bu konuda o insanların kendi sözlerini söylemesinin teşvik edilmesidir. İklim krizi ve toplumsal cinsiyet eşitsizliği arasındaki bağın kadınları nasıl orantısızca etkilediği konusu bu kadar mühim olmasına rağmen Türkiye’de ne konuya dair kapsamlı araştırmalar yapılıyor ne de veriler cinsiyete göre sınıflandırılarak önümüzde gerçek bir tablo çiziyor.
Kadın da iklim de karar vericiler tarafından çok kolay göz ardı ediliyor. Ancak daha büyük sorun kadın ve toplumsal cinsiyet alanında çalışan örgütlerin artan devlet, polis ve aile içi şiddet yüzünden iklim krizi sebebiyle yaşanan felaketlerde kadınların maruz kaldığı şiddete ve hak ihlallerine odaklanamamaları. Aynı şey çevre örgütleri için de geçerli. Onlar da iklim ve çevre mücadelelerinde toplumsal cinsiyetin kadınları ne oranda etkilediğine yeterince odaklanmıyorlar. Ancak unutmamalıyız ki mücadeleler birbirini besler ve birbirini beslediği oranda güçlüdür. Hele ki bu kadar iç içe geçmiş kadın ve iklim mücadelelerinin mutlaka ortak paydalarda buluşup kadını, insanı ve doğayı önceleyen bir mücadele vermeleri şart.