''İnsan Olmak'' Kitabından Öğrendiklerim
''Kendini gerçekleştirme, kendini yaşamayı göze alabilecek yürekliliği gösterebilmek ve kısırdöngülerden özgürleşebilmektir.''
“İnsan, var olduğu günden bu yana sürekli olarak, içinde yaşadığı dünyayı ve evreni tanımaya ve anlamaya çalışmış, ancak bu çabası içinde en az tanıyabildiği varlık yine kendisi olmuştur.”
İnsan; hem yapan hem bozan, hem seven hem kıran bir varlıktır, der Engin Geçtan 'İnsan Olmak' adlı kitabında. Yaralayan da o iyileştiren de. Zehri içiren de o panzehiri elinde tutan da. Yıkımların kaynağı da o inşaların sebebi de.
İnsan denilen varlığı ne kadar tanımlamaya, kalıplara sokmaya çalışsak da hep bir eksik kalacak sözcüklerimiz. Yüzyıllardır felsefeciler, bilim insanları bu varoluşun sırrını çözmek, insanı ve hayatı anlamlandırmak derdinde. Fakat her birimizin hayatı o kadar biricik ve kendine has ki genel geçer kabuller bu bireysel deneyimleri tam anlamıyla açıklayamıyor. Ama bu demek değildir ki, biz bunlara cevap aramayacağız. Sokrates'in de dediği gibi; ''Sorgulanmamış hayat yaşanmaya değmez.''
''İnsan Olmak'' kitabında Engin Geçtan'ın da tam olarak amaçladığı şey aslında bu sorgulamayı yapmaya teşvik etmek. Kitabında insanın kısırdöngülerin oluşum nedenlerini ve yaşanış biçimlerini inceliyor. Özellikle insanın kaygı, yalnızlık, öfke gibi duygularla nasıl baş ettiğini ve bu duyguların farkında olmadan hayatımızı nasıl şekillendirdiğini anlatmakta. Hepimizin zaman zaman mücadele ettiği bu içsel mücadeleler, insan olmanın kaçınılmaz bir parçası.
Şimdi, sizlere ''İnsan Olmak'' kitabından öğrendiklerimi birkaç maddede özetlemeye çalışacağım.
Kabul etmek/kabullenmek değişimin ilk adımıdır.
Hayatta çoğu seçim bize ait değildir. Doğduğumuz coğrafya, sosyoekonomik koşullarımız, ebeveynlerimiz. Hiçbirini biz seçmedik. Bunların içerisine doğduk. Bu sebeple seçemediklerimizle kavga etmeyi bırakmalıyız. Tabii ki kolay değil bunları kabullenmek. Çünkü insan günün sonunda suçlayacağı ya da nefret edeceği bir nesne, kişi, olgu arayışında. Fakat şunu da unutmamak gerekir ki; kabullenmek değişimin ilk adımı.
Başımıza gelen şeylerden ötürü çevremizi, koşullarımızı veya kendimizi suçlamak ya da yargılamak hiçbir zaman çözüm değil. Aksine bu tutumlar hayatımızın sorumluluğunu almaktan kaçınmak demektir. Bu tür düşünceler gelişimin ve ilerlemenin önündeki en büyük engellerden biridir.
Hayatının sorumluluğunu eline almak cesaret ve yüreklilik gerektiren bir adımdır. Başarılarımız ve hatalarımız kadar içine doğduğumuz hayatı da kabul etmektir. Gerçek anlamda olgunlaşmak ve büyümek, bu sorumluluğu almayı da beraberinde getirir.
Tarih içinde bulunduğu zorlu koşullardan dert yanan, şikayet eden kişileri değil; o koşullara rağmen kalkıp elindeki imkanlar doğrultusunda bir şeyler yapanları yazar. Karanlığa söveceklerine bir mum yakmayı tercih etmişlerdir çünkü. Şartlar ve koşullar her zaman gönlümüzce olmayacak. Bunun için elimizdeki imkanlarla yapılabilecek en iyiyi ortaya koymaktır asıl mesele.
''Bazı insanların daha elverişli koşullarda yetişmiş olmasının yarattığı eşitsizliğe isyan etmek de bizi kendi sorumluluklarımızı görmekten alıkoyabilir.''
Kendine değer vermeyen bir başkasına değer veremez.
''İnsan kendine değer verebildiği oranda başkalarına da değer verir; diğer insanlara gerçek anlamda değer verdiğini hissettikçe kendisini de değerli bulur.''
İnsan kendisini tanıyabildiği ve anlayabildiği oranda değer verir kendine. Fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarını önemsediğinde bir başkasının ihtiyacını görebilir.
Kendine değer vermek denilen şey kendini sevmek, ilgi göstermekten ibaret değildir sadece. Özsaygı, duygusal farkındalık, öz şefkat gibi unsurları da kapsar. Kişi kendini tanıma yolculuğunda ne kadar yol katedebilirse o oranda ihtiyaçlarına duyarlı hale gelir. Anlamaya çalışır neyi neden yaptığını. Fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarına kulak verir, önemser. Bu da zamanla bir başkasını görme ve anlama olarak karşılık bulur.
Bir diğerine iyi gelmek gibi bir derdimiz varsa eğer önce kendimizi iyileştireceğiz. Kendine iyi gelemeyen bir başkasına iyi gelemez. Deneyimlerimiz ne kadar dış faktörlere bağlı gibi gözükse de içseldir çoğu zaman. Dücane Cündioğlu'nun söylediği gibi, ''Hiç kimse kendisinde olmayanı bir başkasına veremez. Sevilmemiş bir adam sevmeyi başaramaz.'' der. İnsanın sevmeyi ve değer vermeyi bilmesi içsel bir birikimin sonucudur.
İnsanı belli bir yaşa kadar bakım verenleri büyütür ve bu dönemde ebeveynlerin yaklaşımı karakter oluşumu açısından oldukça önemlidir. Bazı aileler çocukların ihtiyaçlarını karşılarken, bazıları aynı hassasiyeti göstermez. Fakat bu demek değildir ki, çocukken bir şeyden mahrum kaldıysak bunu ömür boyu öğrenemeyeceğiz. Belirli bir yaştan sonra kişi kendini büyütmeyi bilmeli. Bu süreç, kendine değer vermekle başlar. Çocukluğunda eksik kalan sevgi ve değeri, yetişkinliğinde kendisine sunma becerisi bu değerin bir parçasıdır.
Bileşik kaplar yasası her zaman çalışır.
Yazar, fizikteki bileşik kaplar yasasının psikolojide de çalıştığını söyler. Bileşik kaplar yasası, bir yönden yapılan baskı bir başka yönde boşalıma neden olur der. Bireyin duygusal ve zihinsel dünyasında benzer bir denge mekanizması olduğunu savunur. Duygusal baskı veya gerilim yaşanması, bir başka alanda kendini gösterip dışa vurabilir.
Örneğin, kişi iş hayatında yoğun stres altındaysa, bu gerilimini başka bir yere yönlendirmeyi seçebilir. Kişisel ilişkilerinde veya özel hayatında öfke patlamaları, sebepsiz gerginlikler meydana gelebilir. Duygular, tıpkı sıvılar gibi, bir yere sıkıştığında başka bir çıkış yolu ararlar. Bastırılan ya da yok sayılan duygular, zamanla başka alanlarda patlak verir.
Ferhat Jak İçöz Kendin Olmanın Dayanılmaz Hafifliği kitabında şöyle der; ''Duygular bir şeyler anlatmak üzere oradadırlar. Duyguların bize anlatmaya çalıştığını duymaya başladıkça özgürleşiriz.'' Duygularımız aslında bizim içsel dünyamızın rehberidir. Bize önemli şeyler söyler eğer duyabilirsek. İçsel çatışmalarımızı, bastırılmış ihtiyaçlarımızı işaret eder.
Duygular düşüncelerimizi, düşüncelerimiz de davranışlarımızı etkiler. Duygularımıza kulak vermek, davranışlarımızda da değişikliğe sebep olacaktır. Bileşik kaplar yasasını doğru kullanabilirsek hem kişisel hem de sosyal yaşamda daha sağlıklı ve dengeli ilişkiler kurabiliriz.
Kendini gerçekleştirmek yürek ister.
Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisinin en üst basamağını temsil eden 'kendini gerçekleştirme' (self-actualization) bireyin kendi potansiyelini tam olarak kullanabilmesi, en iyi versiyonu için çaba ve gayret göstermesi şeklinde tanımlanabilir. İnsanın bu dünyada bir anlam bulmasına, hayallerini ve arzularını keşfetmesine olanak sağlar.
Ancak Engin Geçtan 'kendini gerçekleştirme' olgusunu farklı bir perspektiften ele alır. Geçtan, ''Kendini gerçekleştirme, kendini yaşamayı göze alabilecek yürekliliği gösterebilmek ve kısırdöngülerden özgürleşebilmektir.'' der. Genel kabulün aksine, Geçtan'a göre kendine gerçekleştirmek sadece potansiyelin keşfi değildir; aynı zamanda kendini yaşamayı da göze almaktır. Aynı zamanda bu bir yüreklilik göstergesidir.
Kendini yaşamak kısırdöngülerinle, çıkmaz sokaklarınla yüzleşebilme cesaretine sahip olmayı gerektirir. Bu kendini gerçekleştirme yolunda atılacak en önemli adımlardan biridir.
'Bir insanın kendi kısırdöngülerinin tümünü görebilmesi, gerçekleşmesi olanaksız bir durumdur.' diye devam eder Geçtan. Bu ifade, bireyin hayatındaki tüm iniş ve çıkışları fark etmesinin olanaksızlığını vurgular. Ancak mesele, bütün bu zorlukları bir çözüme kavuşturmak değil; bu farkındalığa adım atma cesaretini gösterebilmektir. Kendini tanıma ve anlama yolculuğu, bireyin kendi içsel dünyasına dürüstçe bakabilmesiyle başlar.
Bu noktada altı çizilmesi gereken bir husus vardır: 'Bu mekanizmaların nedenlerinden çok, ''nasıl'' işlediğini görebilmek.' asıl önemli olan. Yani, birey yaşantısındaki davranış kalıplarının nasılına odaklandığı taktirde kendini gerçekleştirme yolunda ilerler.
“Dünyada iki tür insan vardır: Yaşayanlar ve yaşayanları seyredip eleştirenler. Seyretmek ölümü, katılmak ise yaşamı simgeler. Yaşamak, kendisi olabilmeyi ve yaşama etkin bir biçimde katılabilmeyi tanımlar.”