İnsanlığın Kayıp Toprakları

İnsanlık tarihi boyunca ortaya atılmış birçok kayıp kıta miti vardır. Bu kıtalar toplum inançlarında ve komplo teorilerinde büyük rol oynar.

En ünlülerinden biri Atlantis olmak üzere, insanlık tarihi boyunca ortaya atılmış birçok destana ve komplo teorisine konu olmuş kayıp kıta mitleri vardır. Genelde varlıkları tarih öncesine işaret edilen bu kıtalar hem toplumun inançlarında hem de zaman zaman akademik camiada önemli bir konu olarak yerini korur. Bu yazıda farklı mitolojilerden ve destanlardan beş farklı kıtayı inceleyeceğiz.

Atlantis

Plato’nun Timaeus ve Critias eserlerinde bahsettiği bu kıta, kayıp kıtalar arasında en çok söz edilendir. Platon bu kıtayı medeniyetlerin kibirleri ve hataları yüzünden yıkılmasına verilen bir örnek olarak ortaya atmıştır. Atlantis medeniyeti, teknolojik olarak çok ileride olan büyük bir deniz imparatorluğudur. Bu gelişmiş toplum, Platon’un anlatısına göre Atina’yı kuşatıp tanrıların gözünden düşerek, tanrıların iradesiyle sular altında kalmıştır. Atlantis, bir fikir olarak zihinlere kazınmış, Rönesans dönemi ve sonrasında hem felsefe hem de popüler kültürde çarpıcı bir öğe olarak kalmıştır. Thomas More’un Ütopya’sı ve Francis Bacon’ın Yeni Atlantis romanları bunlara örnek olarak gösterilebilir.

Agartha

Agartha, diğerlerinden farklı olarak sular altında kalmamıştır. Burası, dünyanın iç yüzeyinde bulunur ve bir yeraltı krallığıdır. Agartha, batı ezoterizminde önemli bir yere sahiptir ve ilk olarak Louis Jacolliot’un Les Fils du Dieu kitabında söz edilir. Yazar kitapta bir Hindu rahibinin ona Agartha’nın hikayesini anlattığını iddia eder. İddiaya göre Agartha; 5000 yıl önce, yaklaşık olarak Kali Yuga’nın başlangıcı ile yıkılmıştır.

Mu

İlk olarak 19. Yüzyılda Augustus Le Plongeon tarafından ortaya atılan bu kıta, iddiaya göre batmadan önce Pasifik Okyanusu’nda bulunuyordu. Le Plongeon, Yucatàn’daki Maya kalıntılarını araştırırken Popol Vuh adında kutsal bir Maya metninin ilk halini bulduğunu iddia etti. İddiasına göre Maya medeniyeti, Mısır ve Yunan medeniyetlerinden daha eskiydi ve bu metin Maya’dan da eski bir uygarlığa işaret ediyordu.

Mu medeniyeti, teknolojik olarak döneminden çok ilerideydi. Enerji kaynaklarını ileri düzey tekniklerle kullanırlardı ve bu yüzden şu an bile insanlara imkânsız gelebilecek gelişmişliğe sahiplerdi. Mu halkı; telekinezi, telepati ve iyileştirici güçlere sahipti ve meditasyon ritüelleri sayesinde enerjiyi kontrol altına alabiliyorlardı.

Shangri-La

İngiliz yazar James Hilton’un 1933 yılında çıkardığı Lost Horizon romanında anlatılan bu gizemli diyar, Tibet dağlarının tepesinde bulunuyordu. Huzur, barış ve dinginliğin sembolü olan bu topraklar, tasvirlerine göre adeta yeryüzündeki bir cennet gibiydi. Etrafı dağlarla kaplı olduğu için oldukça izole olan bu yer, yüzlerce yıla varan uzun ömürler yaşayan bir Budist topluma ev sahipliği yapıyordu.

Antik Tibet yazıtlarında Shangri-La benzeri birkaç yerden bahsedilir. Tibetli Budistler, bu yerlerin Tibet Budizm’inde önemli bir yere sahip olan guru Padmasambhava tarafından zor dönemlerde Budistlerin sığınması için inşa ettiğine inanırlar.

İnsanlık olarak bu örnekler gibi yüzlerce, hatta binlerce gizemli kıta, medeniyet ve şehirlerin efsanelerini ürettik. Bunları bazen düşüncelerimizi iletmek için metafor olarak, bazen de toplumun yapıtaşını oluşturan mitolojileri yaratmak için kullandık. Bahsi geçen gizemli diyarların varlığına inanmak her ne kadar heyecan verici olsa da elimizde hiçbirinin varlığına dair bir bulgu yoktur; ancak kim bilir, belki bir gün bizim medeniyetimiz de bu gizemli, tarih öncesi medeniyetlerden biri olabilir.