İz Bırakanlar: Jean-Luc Godard
Tarihteki önemli yönetmenlerden birinin tanıtılması adına kısa bir çalışma.
Seride ele alacağımız ilk yönetmenimiz 3 Aralık 1930'da Paris'de doğmuştur. François Truffaut ile birlikte "Fransız Yeni Dalgası"nın (Nouvelle Vague) en büyük temsilcilerinden olan Godard, sadece ülkesindeki değil, dünya genelindeki sinema otoriteleri tarafınca da saygı duyulan bir mertebede yer almaktadır.
1960'daki ilk uzun metrajlı filmi "A Bout der Souffle" ile 2022'deki ölümüne kadar aktif olduğu sürede uluslararası film camiasına pek çok değerli eser bırakmıştır. Özellikle 60'lı yıllarda hocamızın bir makine gibi film çektiğini söylesek yanlış olmaz. Bu nedenledir ki göreceğimiz bütün filmler 60-70 arasındaki dönemde gösterime girmiş filmlerdir.
A BOUT DE SOUFFLE (1960)
İngilizce'ye "Breathless", Türkçe'ye ise "Serseri Aşıklar" olarak çevrilen yapımda (ikisi de enteresan tercihler) vurdumduymaz suçlu Michel, Paris bulvarlarında gazete satan Amerikalı bir öğrenci ve hevesli bir gazeteci olan Patricia'ya yazılır. Genç ve saf kızımız kendini, ilk başta finansal sebeplerle, baştan çıkarmaya çalışan Michel'a tav olur ve farkında olmadan da olsa bu tehlikeli ama bir o kadar da karizmatik suçluyu evine alır. Patricia'nın olayın farkına varması üzerine hikayemizde işler bayır aşağı gider.
Godard'ın en başından beri modernizmle şekillenen kadın-erkek ilişkilerine ne kadar takık olduğunu gösterir nitelikte bir sahip filmimizde Patricia karakteri ile alışılmışın oldukça dışında bir kadın tasfiri yapılır. Bağımsız ve kendi ayakları üzerinde duran bir birey olmasının yanı sıra, cinselliğe yaklaşımı son derece rahattır. Michel ise günümüzde bad boy adı altında kızlarımız tarafından çokça rağbet gören karakterlerin en gerçekçi prototiplerinden biri olarak yorumlanabilir. Karakterler noktasında Godard Bey'e kızalım mı, onu tebrik mi edelim... Tercih size kalmış.
Fransız Yeni Dalgası'nın mihenk taşı filmleri arasında sayılan "A Bout de Souffle", yönetmenimizin ilk filmi olmasına rağmen bir amatörlük havası barındırmaz Atlamaların kullanımı, daha sonra Godard'ın kendi stili haline gelecek şekilde oldukça ani ve yoğun. Geçişleri takip etmek zor değilse de ilk kez karşılaşıldığında garipsenebilecek nitelikte. Tarza alışık olanlar içinse türünün ilk örneklerinden olması nedeniyle farklı bir yere sahip olacaktır
VIVRE SA VIE (1962)
Eserimizi oyuncu olmak için eşini ve çocuğunu bırakarak Paris'e yerleşen, aradığı kariyeri elde edemediğinde ise geçimini sağlamak için başka yollar aramaya koyulan bir kadının hikayesini anlatır. Yine Godard ve biraz da "Nouvelle Vague" akımının imzası haline gelen absürtlüğü fazlaca barındırır. Dramatik bir öyküyü bu kadar eğlenceli bir şekilde anlatmak sadece usta bir yönetmenin elinden çıkan bir filmde görülebilir. Godard ise bunu en iyi başaran birkaç yönetmendendir.
Filmin kurgusuna ayrı bir parantez açmak lazım. Kendisi 12 ayrı "tablo"dan oluşmaktadır. Godard'ın, sinemanın sanatsal yönünü yüzümüze vurmak istercesine kullandığı bu terim, hikaye anlatımında kullanılan metoda ayrıca uygun. Filmimiz baş karakter Nana'nın hayatından 12 ayrı kareyi bizimle paylaşıyor. Onunla hüzünlenip onunla mutlu oluyor, onunla düşüp onunla toparlanmaya çalışıyoruz.
Şahsen izlediğim en iyi siyah beyaz filmlerden biri olan "Vivre Sa Vie", zamanına göre son derece orijinal hikaye anlatım tarzı ve Anna Karina'nın canlandırdığı Nina karakteriyle unutulmaz filmler arasında.
ALPHAVILLE (1965)
Hikayemiz Lemmy Caution adlı Amerikalı dedektifimizin "Alphaville" adı verilen ve teknokrasi ile yönetilen bir ülkeye görev icabı gönderilmesi ile başlar. Bu ülkeyi farklı kılan tek nokta yönetim biçimi değildir. Bu ülkede duygular ve düşünceler yaşa dışı ilan edilmiş ve mantık dahilinde olmayan tüm fikirler geçersiz sayılmıştır. Ajan Caution kendini bu dünyada oradan oraya savrulurken bulur. Bu yolculuk sırasında Alphaville'de bilgisayar yönetimi istemeyen muhalif insanlar olduğunu öğrenir.
Temel fikrin bünyesinde yine kritizasyon ön plana çıkıyor diyebiliriz. Filmde ilimin ve mantığın hakimiyetinin ayyuka çıktığı bir dönemde gidişata net bir karşı duruş olduğu çok açık. İnsan olmanın mantık ile çatıştığı ve şahsa münhasır fikirlerin dışlanıp yankıların ödüllendirildiği; herkesçe kabul edilmemiş sözlerin boşluğa atıldığı ya da etkisiz hale getirildiği bir dönemde Godard'ın öngörüsüne hayran kalmamak elde değil.
Anna Karina'nın başrollerden olduğu inanılmaz bir eser daha... Fazla sayıda bilim kurgu filmi ile karşılaşmadığımız bir dönemde çekilen Alphaville, kesinlikle zamanı için bir baş yapıt.
MASCULINE FEMININE (1966)
Hayatta ne yapmak istediğini çözememiş idealist bir genç olan Paul, pazarlama işine girer. Burada gelecek vadeden popstar Madeleine ve onun iki kız arkadaşı ile tanışır. Paul toplumdaki modernleşe adı altında ticarileşmesini görerek büyük bir hayal kırıklığına uğrar. Madeleine ise bu toplara hiç girmez ve sadece başarılı olmak, insanlarca takdir edilmek ister.
Hikaye, birbirinden alakasız 15 bölüm şeklinde anlatılır. Bir yerden tanıdık geldi mi?
Godard'ın yine suç ve roantizmi iç içe kullandığı, absürtlüklerle dolu bir eseri. Film aslında bakılırsa denemeler, makaleler, aşk lirikleri ve hicivlerin bir derlemesi olarak nitelendirilebilir. Elbette bu derleme ustalıkla ve bir akış, bir ahenk oluşturacak şekilde kurgulanmış. Yapımı kabaca bir kapitalizim eleştirisi olarak yorumlamak mümkünken, yönetmenin aklında yer edinen pek çok şeye aynı anda değindiğini görürüz. Bu hem cesurca hem de oldukça nadir rastlanan bir karar.
"Masculine Feminine" toplumdaki sessiz yozlaşmaya duyulan bir kaygının emarelerini barındırır. Kadın ve erkeğin rollerinin sogulandığı, iki tarafa da zaman zaman ağır eleştirilerin getirildiği, sert bir film olduğunu söylemek yanlış olmaz. Her şeye rağmen alışık olduğumuz absürtlük bolca bulunur bu güzel eserde.