Joker 2 Folie à Deux ve Tek Soru, Neden?

İlk Filmin Gölgesinde Kalan Bir Devam Filmi

İlk filminden sonra çok büyük umutlarla gittiğim Joker 2 folie à deux, benim için tam bir hayal kırıklığı oldu. Hatta anneminde yorumuyla "tam bir trajedi". Üstelik izleyen arkadaşlarım ve internet yorumlarını da okuduğumda filmin beğenisini kazanını görmedim. Ama size ikinci filmin neden iyi olmadığını, neden kimse tarafından beğenilmediğini yani neden tam bir trajedi olduğunu anlatmam için öncelikle ilk filmin ne kadar iyi olduğundan bahsetmem lazım.

İlk Joker filmi, beyazperdede gerçek anlamda delilik ve trajedinin bir araya geldiği nadir eserlerden biriydi. DC evreninin karanlık sularında süzülen bu film, bir karakterin zihnindeki karmaşıklıkları ve toplumun göz ardı ettiği bireylerin sessiz çığlıklarını duyuran bir yapımdı. Gotham'ın kasvetli ve kaotik atmosferinde, Arthur Fleck'in hikayesi aslında hepimizin içinde bir yerlerde saklı olan o karanlık yanımızı gözler önüne serdi. Arthur, gülmeye çalışırken ağlayan, insanlara iyilik yaparken onlardan nefret eden bir karakterdi; ve belki de biz izleyiciler, bu içsel ikilemi derinden hissettiğimiz için ona bağlandık.

Joker, her ne kadar "kötü" bir karakterin yükselişi olarak lanse edilse de, Todd Phillips ve Joaquin Phoenix'in ellerinde bir anti-kahramanın modern trajedisine dönüştü. Arthur Fleck’in acı dolu, dışlanmış ve toplum tarafından hor görülen bir adamdan, Gotham’ı dizlerinin üstüne çöktüren Joker'e dönüşmesi, adeta bir katharsis yaşattı bizlere. Ama bu katharsis sadece şiddetle değil empatiyle geldi. O ana kadar Joker'in bir "canavar" olduğuna inanıyorduk ama ilk film bize onun yalnızca toplumun yarattığı bir figür olduğunu, aslında herkes kadar kırılgan ve insan olduğunu gösterdi. İzleyici olarak ona sempati duyduk. Çünkü Arthur Fleck'in yaşadığı dışlanmışlık birçok insanın bir noktada hissettiği bir şeydi.

Onun sıradan hayatı, başarısız bir komedyen olma çabaları, hastalığı, annesine olan bağlılığı ve tüm bunların bir arada çürüyüp yok olması, Arthur ile beraber izleyicininde kalbini parçaladı. Arthur Fleck hepimizin birer yansımasıydı belki de. Toplumun acımasızca kenara ittiği, sesi duyulmayan, güldüğünde bile bir anlam verilemeyen, aslında sadece var olmaya çalışan bir adamdı. İlk filmde izleyiciye verilen mesaj netti: Delilik sadece toplumun sınırlarıyla ölçülen bir şey değil. Toplumun kendisi, deliliği besleyen en büyük unsur olabilir.

Ancak tüm bu derinliği ve karanlığıyla Arthur Fleck'in hikayesinin izleyicide yarattığı yankı, Joker 2: Folie à Deux filminde ne yazık ki kaybolmuş. İlk filmdeki incelikli karakter gelişimi, duygusal yoğunluk ve toplumsal eleştiriler ikinci filmde sönük kalmış. Yazının bundan sonraki kısmında ikinci filmden bilgiler içereceğini yani spoiler olacağını vurgulayarak devam edeceğim.

İlk filmde Arthur Fleck’in yalnızca bir adam olarak nasıl dönüştüğüne şahit olmuş, onunla birlikte acı çekmiş ve sonunda Joker’in doğuşuna tanık olmuştuk. Ancak ikinci film, bu güçlü temaların çoğunu arkada bırakıp bir müzikal tona evrilmiş. Eğer bu müzikal unsurlar, karakterlerin içsel dünyalarındaki çatışmaları anlatmak için kullanılsaydı daha anlamlı olabilirdi. Ancak müzikler daha çok göz alıcı bir gösteri için zemin hazırlıyor. Evet, müzikal unsurlar göz alıcı ve eğlenceli, ancak bu eğlencenin altında yatan karanlık, unutulmuş bir gölge gibi film boyunca izleyicinin peşini bırakmıyor.

Arthur’un içsel karmaşasındaki sessizliği ve patlamaları izleyiciye derinden hissettiren o kasvetli hava, ikinci filmde yerini sürekli şarkılara ve gösterilere bırakmış. Bu noktada filmde Lady Gaga'nın, Harley Quinn rolü gerçekten çok yakışmıştı. Onun doğal karizması ve enerjisi, Harley ile birleştiğinde mükemmel bir uyum yaratmış. Lady Gaga'nın bu açıdan rol için oldukça başarılı bir seçim olduğu şüphe götürmez. Ancak Gaga'nın varlığı, sanki sürekli şarkı söylenmek zorundaymış gibi bir his yarattı. Filmde müzik ve şov unsurları o kadar sık kullanılmış ki Joker’in karanlık ve kaotik dünyası bu parıltılı gösterilerin gölgesinde kaybolmuş. İlk filmin izleyiciyi içine çeken derin psikolojik çözümlemeleri yerini daha yüzeysel, gösterişli anlara bırakmış. Arthur Fleck’in yaşadığı duygusal derinlik, ikinci filmde sanki bir kenara itilmiş gibiydi ve bu da izleyici olarak bizim karakterle olan bağımızı zayıflattı. İlk filmin sonlarına doğru hissettiğim o dehşet ve aynı zamanda empati duygusunu, ikinci filmde bir türlü yakalayamadım. Harley Quinn’in varlığı, Joker'in karanlık yalnızlığını aydınlatabilecek gibi görünse de, bu potansiyel de kaybolmuş. Harley Quinn her ne kadar ikonik bir figür olsa da, Joker’in ruh halini ve karanlık geçmişini daha derinlemesine işlemek için gereken derinliği taşımıyordu. İkili arasındaki karmaşık ilişki, daha fazla derinlik ve duygu yerine, görselliğe ve müziğe odaklanarak yüzeysel bir anlatıma dönüşmüş.

Folie à Deux, zihinleri düşünmeye yoracak mükemmel bir hikaye anlatma potansiyeline sahipken, maalesef bu potansiyeli tam olarak değerlendirememiş. Arthur’un dönüşümü ve Joker olarak kabul edilen bir ikonik figüre evrilmesi, aslında derin bir toplumsal eleştiriyi de beraberinde getiriyordu. Fakat ikinci filmde bu eleştiriler çoğunlukla yüzeysel kalmış durumda. İzleyici, sadece bir müzikal şovun içinde kaybolmuş gibi hissediyor. Bu, filmin ana temalarından ve karakterlerin derinliklerinden uzaklaşmasına yol açmış.

Açılış sahnesinde gösterilen çizgi film, başta hikayenin derinlerinde yatan karanlık psikolojik girdapların habercisi gibi görünse de, filmin ilerleyen anlarında bu çizgi film sekansı herhangi bir anlam veya derinlik kazanmadan yok olup gidiyor. İzleyici ilk anlarda bir metafor, bir ipucu ararken, sonrasında bu çizgi filmin filmde bir yer tutmadığını fark ediyor. Arthur’un çarpık dünyasına bir gönderme olabilir mi diye düşünülse de bu sahne havada asılı kalan bir detay olarak kalıyor. Çizgi filmin anlamsızlığı, tıpkı filmdeki diğer yüzeysel unsurlar gibi Joker mitolojisinin derinliğinden uzak bir parıltıdan öteye gidemiyor. Eğer burada anlamamızı istedikleri şey Joker'in ne kadar ünlü olduğu ise bunu ilk filmin sonunda çok güzel bir şekilde işlemişlerdi zaten.

Ancak bu çizgi filmle ilgili hoşuma giden bir ayrıntı var. Joker’in her şeyin bir gösteri olduğu bu dünyada, kendi gösterisinin izleyicisi olamaması… Çünkü o, artık bir figürden öte, tamamen sistemin dışına taşmış, kaosun vücut bulmuş hali. Onun gerçekliğinde film ile hayat arasındaki sınırlar çoktan silinmiş durumda. Kendi hikayesi, yalnızca bir film olmaktan çoktan çıkmış, toplumun çürümüşlüğünü yansıtan bir aynaya dönüşmüş. İşte bu yüzden, Joker bu filmi izleyemez; çünkü o, zaten filmin bir parçasıdır.

Anlam veremediğim bir başka durum da avukatının, Arthur'u tedavi etme girişimi. Aslında daha derin bir sorgulamanın kapılarını aralamalıydı. Arthur'un Joker'e dönüşümü sadece bir akıl hastalığının tezahürü müydü, yoksa toplumun marjinalleştirdiği bir bireyin nihai isyanı mı? Bu sorular film boyunca yeterince işlenmediği için, izleyici de derin bir cevap beklerken yüzeyde dolaşan bir anlatı ile baş başa kalıyor.

Anlam veremediğim bir başka mesele de, Arthur’un avukatının onu tedavi etme girişimi oldu. Bu detay, aslında çok daha derin ve etkileyici bir sorgulamanın kapılarını aralayabilecek bir potansiyele sahipti. Arthur’un Joker’e dönüşümü, salt bir akıl hastalığının tezahürü müydü, yoksa toplumun kenara ittiği, yok saydığı ve sürekli dışladığı bir bireyin nihai isyanı mı? Avukat bir bakıma Arthur’un ruhunu kurtarma çabasında. Ancak Joker gibi bir figürü “tedavi” etmek mümkün mü? Joker artık bir birey olmaktan çıkmış, toplumsal düzenin bir çarpıklığı haline gelmiş durumda. Onun kaotik ruh hali topluma ayna tutar nitelikte. Film bu durumu daha derinlemesine inceleyebilirdi ancak izleyiciyi büyük sorularla karşı karşıya bırakmak yerine, avukatın tedavi çabası sadece kısa bir nota olarak kalıyor.

Filmin sonunda Arthur’un bir anda "Joker diye biri yok" diyerek kendini tamamen dışlayan, çaresiz ve ezik bir figüre dönmesi, karakterin önceki evrimini neredeyse hiçe sayan bir hamle gibi.

Bu noktada izleyici, Arthur’un bu kadar büyük bir karakter dönüşümünden neden vazgeçtiğini anlamaya çalışırken onun kırılgan ruh haliyle bir kez daha yüzleşmek zorunda kalıyor. Arthur, Joker’in kaotik ve güçlü yapısından tamamen uzaklaşıyor ve yine toplumun gözünde acınacak bir birey haline geliyor. Duruşmadan bir gün önce yaşadığı olaylar, ona ne kadar kaçarsa kaçsın, insanların eziyetinden asla kurtulamayacağını mı öğretti? Ne yazık ki bunu net bir şekilde anlayamıyoruz, çünkü film bu önemli sorunun cevabını da vermiyor.

Joker, kaosun vücut bulmuş hali ve gücünü zayıflığından alan bir figürken, Arthur’un tekrar ezik birine dönüşmesi bu Joker felsefenin altını da boşaltıyor. Arthur, insanlara karşı duyduğu öfke ve hıncın doruk noktasında Joker olmuşken, bir anda bu duygulardan arınmış bir hali izlemek kafa karıştırıcı ve eksik bir anlatıya dönüşüyor. Film Arthur’un bu dönüşümünü işlemek yerine, onu bir kez daha çaresiz bir birey olarak bırakıyor.

Harley, Joker’in kaotik cazibesine kapılmış, onun anarşiye ve deliliğe olan çekimine teslim olmuşken, bir anda Arthur’un o eski, dışlanmış kimliğine geri dönmesi bu ilişkiyi bozuyor. Joker’in kudreti ve çılgınlığı Harley için bir çekim merkeziyken, Arthur’un tekrar "sıradan" biri haline dönüşmesi, onun gözünde bir hayal kırıklığı yaratıyor ve Arthur'u terk ediyor. Harley’nin bu terk edişi, tabi ki Arthur’un ona verdiği kaotik heyecanın sona ermesinden kaynaklanıyor. Harley için Joker, sadece Arthur değil. O, Joker’in simgesel ve anarşik dünyasına duyduğu hayranlığı temsil ediyor. Arthur’un içindeki Joker kaybolduğunda, Harley’nin gözünde de büyü bozuluyor. Bir süre boyunca Joker’in karanlık dünyasında birlikte yürüyen bu iki karakter, sonunda ayrı yollara gidiyor.

Ve final sahnesi...Arthur Fleck neden ölüyor? Bu ölüm bir sürecin kapanışı mı, yoksa anlatının sonsuz bir döngüde kaybolmasına mı işaret ediyor? Arthur'un ölümü izleyicide bir boşluk yaratıyor. Joker’in anarşik varlığı olmadan Gotham’da ne olacak? Kaos sona mı erecek, yoksa Arthur’dan miras kalan karanlık, başka bir figürde yeniden mi doğacak? Yoksa Joker, Gotham’ın derinliklerinde yaşamaya devam eden bir gölge mi? Belki de Joker, Arthur Fleck’in bedeniyle sınırlı olmayan, toplumun her köşesine yayılmış bir isyanın simgesi olarak varlığını sürdürecektir.

Yönetmenin de izleyiciyi bu belirsizlikte bırakmak istediği aşikâr. Belki de Arthur’un ölümü, Joker karakterini başka bir boyuta taşıyan bir son değil, tam aksine bir başlangıç olarak düşünülebilir. Joker, belki de Gotham’ın sonsuz bir parçası haline gelmiştir; bir hayalet, bir sembol, bir fikir. Ve fikirler ölmez. Joker’in anarşik idealleri, Gotham’ın karanlık sokaklarında yankılanmaya devam edecek, belki başka bir bedende, başka bir çehrede yeniden doğacak. Ancak bu şekilde düşündüğümde Arthur'un ölümüne mantıklı bir sebep bulabiliyorum.