Kadıköy rıhtımda sarılanlara dair

Kimse dokunmuyordu onlara. Yanlarından dikkatle geçiliyordu. Sanki kolektif olarak, onların bu ana ihtiyaçları olduğuna karar vermiştik.

Kadıköy Rıhtım, iş çıkışı saatlerinde muhteşem bir potpuri olur. Sanki tüm Türkiye bir avuç yere toplaşıverir. 

Çimde çekirdek çitleyenler, saçları rengarenk insanlar, hacılar, birkaç sokak sanatçısı, ezan sesleri, yanınızdan koşarak geçen sporcular, martı sesleri, bankta ayakları çıplak uyuyanlar, iş insanları, çiçek satmaya çalışan güneşle kavrulmuş kadınlar,metalciler, tekel bayiler, boğa heykelini arayan turistler, ellerinde İstanbul kart koşturanlar, kirli deniz kokusu,  sigara içenler, çay-kahve satan motorcu genç çocuklar, birkaç sarhoş, kavuşanlar, ayrılanlar, kahkaha sesleri.

Geçenlerde, tüm bu rengarenk kalabalığın, bu curcunanın ortasında bir kadın ve erkeğin, sokağın tam ortasında sarıldığını gördüm. Kızacaktım aslında, çünkü gerçekten sokağın tam ortasında duruyorlardı ama öyle bir sarılıyorlardı ki. Etraflarında tüm akşamüstü iş çıkışı İstanbul’u fıldır fıldır döner ve hemen yanlarından koşarak bir adam geçerken onlar, unutmuşlardı her şeyi. Korkmuş bir çocuk misali tutunmuşlar birbirlerine. Dünya sadece gömülebileceğin omuzdan ibaretmişçesine.

Hani okuldayken kar yağdığında, birisi “Kar yağıyor!” diye bağırırdı ya, hepimiz pencereye koşardık. İşte ellerimi o soğuk pencereye koydum da izledim onları bir an.

Sadece bir an. Öyle rahatsız edici bir şekilde değil tabii ki, estağfurullah. Öğretmen “Tamam, haydi artık.” Diyene kadar.

Kimse dokunmuyordu onlara. Yanlarından dikkatle geçiliyordu. Sanki kolektif olarak, hepimiz, onların bu ana ihtiyaçları olduğuna karar vermiştik. 

Ve ben, yanımdan vız gibi geçen yabancıların, kedilerin ve yüksek sesle müzik dinleyen yaşıtlarımın yanından yürürken, onları düşündüm.

 Bir ilişkinin tüm yaşanmışlıkları, kavgalar ve ilk öpücükler, arkadaşlarla tanışmalar ve kahvaltılar, onun mikro mimiklerine alışmak ve uyku düzenine kadar ezberlemek. Seni seviyorum’lar ve özür dilerim’ler ve dikkat edeceğim’ler, sabahlar ve aşk, tüm o çaba, dilediğin her iyi geceler.  

Sanki her şeyi bırakıyorlardı o an.  Ağladıktan sonra beliren ilk buruk tebessüm, küçük bir omuz silkme gibi. Ondan bir parçayı değil de onu istediğin için affetmeyi seçmek. Zira ne olursa olsun paylaşabildiğin o sessizlik, bir sohbet, bir şarkı, serçe parmaklarınızı kenetleyerek geçirdiğiniz otobüs yolculukları, geç saatlere kadar süren telefon konuşmaları, sokağın iki ucundan göz göze gelmek, buluşana kadar gülümsemek.

O anları kutlarcasına sarılıyorlardı işte,  bilmiyorum.  

Onların hala orada durduğunu düşünmek güzel geliyor. Hayatın tüm karmaşası içinde ve ona rağmen, sırtlarında hala aynı gün batımının ışığını, yanlarından aynı adamın sürekli koşarak geçişini düşünmek. Zamanın üflediği bir hava baloncuğunda yaşayan iki insan, birleşmiş.

Belki şimdiye kadar, sarmaşıklar dolanmıştır bileklerine.  Nefesleri birbirlerinin omuzlarında donup kalmıştır. İstanbul’un betonu yürümüştür tenlerine, heykelleşmişlerdir.

Öyle ki, belediyeden adamlar gelmiştir belki. Bıyıklı, göbekli ve burundan çok nefes vermeli. “Nereye koyalım ki bunları?” dercesine ellerini bellerine koymuş birbirlerine bakmışlardır.

Stajyer çocuk Ayrılık Çeşmesini önermiştir.

Diğerleri ona bakıp iç geçirmiştir. 

Şimdi insanlar bir dilek tutup çiçek bırakıyorlardır ayaklarına. Kadıköy’e geldiğinde yapman gereken bir şey olmuştur bu artık. Midye yiyeceksin, bira içeceksin ve onları ziyaret edeceksin. Sonra moda sahile gideceksin ve yürüyeceksin, gündelik hayattan sahneleri, güneş denize batarken uzun uzun düşüneceksin.