Tanrıya ve Güvercine Ağıt

Belki de gece olmasını beklemeliyim. Bazı sorular için aya ihtiyacım var, kör olmadan doya doya konuşabileceğim bir gezegene.

“Güneşin, gözlerinin içine çok baktım.” dedi kör adam.

Okuduğum satırdan başımı kaldırıp penceremin hemen yanındaki balkona bakıyorum. Komşum, demirlere çiçekler asmış. Çiçekler akşam güneşinin altında resmen parlıyor. Güneşin, aslında bir spot ışığı olduğunu düşünüyorum. Tanrının fosforlu kalemi. Çiçeğin yapraklarından ışıyan bu aydınlığın güneşin gözlerinden uzak olduğunu düşünüyorum.  Kör olmaktan korkmadan çiçeğe bakıyorum.  Tüm çiçekler birbirine benziyor.  Masa ışığının altında, sekiz yüz milyon tür çiçek inşa eden tanrının bunu duyunca kırılacağını biliyorum. Sanırım aramız açılacak.  

O sırada bir güvercin konuyor balkona. Çiçeklere eğiliyor. Belki,  bu güvercin şimdi çiçeğin türünü kulağıma gaklar. Tanrı da beni affeder. Güvercinin kulağıma eğilip fısıldadığını düşünüyorum ama bunun mümkün olmadığını biliyorum çünkü güvercinler fısıldamaz. Balkonlara konarlar, hoplarlar ve arabaların ön camlarına pislerler. Hayvan kanatlarını açıp bulutlara doğru yükseldiğinde arkasından bakıyorum.

Beynim bir karınca yuvası, karıncalar sırtlarında bölük pörçük bir sürü soru taşıyor. Bu yaygaradan nasıl kaçabilirim? Kitabımın arasına bir kalem koyup hayvanın arkasından uçup gidebilmek için ne yapmam gerekiyor?

Hayır, gerçekten soruyorum. Baya gözden kayboldu şu an. Hemen yola çıkmam lazım. Onunla beraber gidip tanrının vücut bütünlüğü içinde bir yer edinmem gerek.

Tekrar çiçeklere yansıyan güneşe ve sana bakıyorum. Gökyüzünü bizden bu kadar uzakta yapmanın amacı neydi? Sana ulaşmamızı engellemek için bunca uğraşa ne gerek vardı? Bir şeyi yapmamak, yapmaktan çok daha kolay değil mi? Bizi yaratmasaydın, bize ihtiyacın olur muydu? Beynimin içinde sesimi giderek yükseltiyorum ki bir parçam güvercine yetişsin.  Kafamdaki karınca yuvası darmadağın oluyor, hayvanlar sesten ürküp kafamın köşelerine sığınıyorlar. Ortada bir sahne oluşuyor.

Beynimin ortasında durup koltuklarına yerleşen karıncalara bakıyorum. Belki de gece olmasını beklemeliyim. Bazı sorular için aya ihtiyacım var, kör olmadan doya doya konuşabileceğim bir gezegene. Senden ve spot ışığından uzak olmam gerek. Bu yüzden beynimdeki tiyatro sahnesinde,  gecenin doğmasını bekliyorum.

Belki de bir helikopter ışığıdır güneş. Hayatımın kaçış sekansında, bana eşlik eden koskoca bir fener. Elinde megafon da var, vazgeç diye bağırıyorsun, seni köşeye kıstırdık. Ama ben yanlış hiçbir şey yapmadım. Bu yüzden beni penceremin önünde yakalamana izin veriyorum. Kıyafetlerim ve saçlarım rüzgârınla dalgalanıyor.

Şimdi ay yukarıda ve çiçekler floresan ışığıyla parlıyor. Sen helikopterden inip, havada duruyorsun. Ben sana tüm sorularımı bir bir haykırıyorum.   Tiyatro hınca hınç dolu ve tüm karıncalar bana tezahürat yapıyor ve sen, yapayalnızsın.

Gökyüzünde bir başına dururken üşüdüğünü düşünmeden edemiyorum. Öyle yalnızsın ki, anlıyorum seni, kıyamıyorum sana.

Ağzını açıp “Gökyüzünü size daha yakın yapsaydım, başınızı çarpardınız.” Diyorsun. Sesin ılık ve rengârenk.

Birbirimize bakıyoruz ve bizi izleyen milyonlardan bir tanesi gülmesini tutamıyor.

Bir an geçiyor ve herkes kahkahalara tutuluyor.

İkimiz de gülümsüyoruz. Beni affettiğini biliyorum. Seninle tüm geçmişim arka dekora yansıyor.  Beni yaratışını, oynadığımız oyunları, nasıl beni havaya atıp koltuk altlarımdan yakaladığını, kurallarını ve hoşgörünü, elimden nasıl tuttuğunu. Seni  içimde taşıdığımı söylüyorum. Minnet duyduğumu, seni sevdiğimi söylüyorum. Elimi senin ve benim kalbime koyuyorum ve teşekkür ediyorum.  En başından beri bir bütünmüşüz. Kamera etrafımızda dönüyor ve sen havada süzülüyorsun ve biz tüm hayatımızı beraber yaşıyoruz.

Bir an gözlerinin içine bakıyorum ve kendimi pencereden aşağı atıyorum.  

Seyirciden hayret nidaları yükselirken ben düşüyorum.

Ve sen beni tutmuyorsun. Düşüş, sandığımdan uzun sürüyor. Hatta bir an, uçtuğumu sanıyorum. Ama yanılıyorum. Paramparça oluyorum. Beni tutmadın, inanamıyorum. Koltuk altlarımda hissedeceğim o acı baskı yok. Zar zor dönüyorum. Bir şey görebileceğimi düşünmüyorum ama yine de gözlerimi açıyorum ve gökyüzüne bakıyorum.

Tiyatro bomboş şimdi, seyirciler broşürlerini buruşturup yere atmış. Gece ise, o kadar sessiz ki. Ay yukarıda; lekeli, yarım yamalak ve ağlamaklı. Telaşla güvercinimi arıyorum. Uzaklarda bir köpek havlaması duyuyorum. Tüm evren, metroda kulaklık takmış yabancılar gibi, ilgisiz ve unutulmaya mahkûm.

Son bir nefes çekiyorum ve canım o kadar acıyor ki. Bana, sana ve tüm hayatıma. Kanım benden çıkıp yeryüzüne karışırken güllere âşık tüm bülbülleri düşünüyorum, toprağa hangi şarkıları söylediğimi merak ediyorum. 

Mor bir bulutun arkasına çekilmişsin. Geceleri bulutlar neden mor olur bilmiyorum. Ellerinin arasından bana bakıyorsun. Parmakların kırmızı, bunun hangimizin kanı olduğunu düşünüyorum. Küçük bir sorun değil, fısıldıyorum sana. Sadece tam burada, kızıl bir kardelen doğmasını istiyorum. Söz ver bana.

Çiçeğin ismini hatırlamış ve tanrıyla aramı düzeltmiş bir şekilde kitabıma ve kör adama dönüyorum.  Gece oldu, masa lambamı açıyorum. Bana fısıldayan tanrı mıydı yoksa güvercin mi, bilmiyorum.