Kadın Hakları Hareketinin Büyük Zaferleri

Amerikalı kadınlar, önce sandık başında, sonra iş yerlerinde haklarını savunarak toplumsal düzeni değiştirdi.

Amerika’da kadın hakları denildiğinde akla gelen ilk konulardan biri oy hakkıdır. Bugün kadınların seçimlerde oy kullanması doğal bir hak gibi görünse de, bu hakkı kazanmak için verilen mücadele uzun ve zorluydu. Kadınlar, yıllarca süren protestolar, mitingler, yazılar ve hatta hapis cezalarıyla dolu bir sürecin sonunda, nihayet 1920’de 19. Değişiklik’in (19th Amendment) kabul edilmesiyle oy kullanma hakkına sahip oldu. 


Seneca Falls: Kadın Hakları Hareketinin Başlangıcı

Her şey 1848’de New York’un Seneca Falls kasabasında başladı. Elizabeth Cady Stanton ve Lucretia Mott önderliğinde düzenlenen bu konferans, Amerika’da kadınların eşit haklar talep ettiği ilk büyük etkinlikti. Bu toplantıda, kadınların oy hakkı dahil olmak üzere eşit vatandaşlık haklarına sahip olması gerektiği vurgulandı. Konferansın sonunda yayımlanan "Declaration of Sentiments", Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi'nden ilham alarak kadınların da erkeklerle eşit olması gerektiğini ilan ediyordu. 

Başlangıçta kadınların oy kullanma hakkı talebi bile radikal bir fikir olarak görülüyordu. Hatta bu fikir o dönemdeki bazı kadın hakları aktivistleri tarafından bile fazla bulunmuştu. Ancak Stanton ve beraberindeki azimli kadınlar, oy hakkının kadın özgürlüğünün temel taşı olduğuna inanıyordu. 


Susan B. Anthony ve Ulusal Kadın Oy Hakkı Hareketi 

1860’lara gelindiğinde, kadın hakları mücadelesi yeni bir boyut kazandı. Susan B. Anthony, Elizabeth Cady Stanton ile birlikte Ulusal Kadın Oy Hakkı Derneği’ni (National Woman Suffrage Association - NWSA) kurdu. Anthony, kadınların seçme hakkı olmadan tam anlamıyla özgür olamayacağını savunuyordu. 1872’de, kadınların oy kullanmasının yasa dışı olduğu bir dönemde, Susan B. Anthony cesur bir adım atarak başkanlık seçimlerinde oy kullandı ve bu yüzden tutuklandı. Mahkemede yargılanırken söylediği şu sözler tarihe geçti: "Bu ülkede her vatandaşın oy kullanma hakkı vardır ve ben bir vatandaşım." 

Ancak kadınların oy hakkı mücadelesi o kadar da kolay ilerlemiyordu. 15. Değişiklik ile (1870) Afrika kökenli Amerikalı erkeklere oy hakkı verildiğinde, kadınlar kapsam dışı bırakıldı. Bu durum, kadın hakları hareketinde büyük bir hayal kırıklığı yarattı ve mücadeleyi daha da alevlendirdi. 


20. Yüzyıla Girerken Artan Baskılar ve Direniş 

Kadınların oy hakkı mücadelesi 1900’lerin başında ivme kazandı. Alice Paul ve Lucy Burns gibi genç aktivistler, daha radikal yöntemlerle hareket etmeye başladılar. 1917’de, Paul liderliğindeki kadınlar Beyaz Saray önünde barışçıl protestolar düzenledi. "Sessiz Gözcüler" adı verilen bu grup, haftalarca pankartlarla durarak Başkan Woodrow Wilson’a kadınların oy hakkını tanıması için baskı yaptı. Bu protestolar sırasında birçok kadın tutuklandı ve hapishanede kötü muameleye maruz kaldı. 

Ancak savaş zamanları genellikle toplumsal değişimlerin hızlandığı dönemlerdir. I. Dünya Savaşı sırasında kadınlar, fabrikalarda ve sağlık sektöründe aktif roller üstlenerek topluma ne kadar önemli katkılar sunduklarını gösterdiler. Bu durum, onların vatandaş olarak daha fazla hak talep etmelerini meşrulaştırdı. 


Zafer: 19. Değişiklik ve Kadınların Oy Hakkı 

Baskılar ve yıllarca süren mücadeleler sonucunda, 1920’de ABD Anayasası’na 19. Değişiklik eklendi. Bu değişiklik, kadınların da erkekler gibi seçimlerde oy kullanma hakkına sahip olduğunu ilan etti. Bu, sadece kadın hakları mücadelesi için değil, genel anlamda Amerikan demokrasisi için de büyük bir dönüm noktasıydı. 

Kadınların oy hakkı kazanması, diğer haklar için verilen mücadelelerin de önünü açtı. Artık kadınlar, siyasi arenada daha fazla söz sahibi olmaya başladı ve ilerleyen yıllarda eğitim, çalışma hayatı ve eşit ücret gibi konulara odaklanan mücadelelere öncülük etti. 

Kadın hakları hareketi, 1920’de oy hakkının kazanılmasıyla sona ermedi. Aksine, bu önemli zafer kadınların toplumsal hayatta daha fazla yer almasını sağladı ve mücadele yeni alanlara kaydı.


Kadınlar Çalışıyor Ama Hangi Koşullarda? 

1920’lerde Amerika, Birinci Dünya Savaşı sonrası ekonomik bir büyüme dönemine girdi. Bu dönemde kadınlar özellikle sekreterlik, öğretmenlik, hemşirelik gibi geleneksel mesleklerde çalışmaya başladı. Ancak kadınların iş hayatındaki yeri hâlâ sınırlıydı ve evlilikle birlikte işten ayrılmaları bekleniyordu. 

Büyük Buhran (1929) kadınların iş hayatındaki konumunu daha da zorlaştırdı. İşsizlik oranları yükseldiğinde, birçok kişi kadınların çalışmasını "erkeklerin işlerini çalmak" olarak görüyordu. Pek çok evli kadının çalışması yasaklandı ya da toplum tarafından hoş karşılanmadı. Ancak bu dönemde, kadın işçiler düşük ücretli ve güvencesiz işlerde çalışmaya devam etti. 

1941’de ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’na girmesiyle birlikte işler değişmeye başladı. Erkekler cepheye giderken, kadınlar fabrikalarda, mühendislik alanlarında ve hatta orduda çalışmaya başladı. "Rosie the Riveter" figürü, savaş sırasında çalışan güçlü ve bağımsız kadının sembolü haline geldi. Kadınlar, uçak üretiminden mühimmat fabrikalarına kadar pek çok sektörde çalışarak savaş çabalarına büyük katkıda bulundu. 

Bu dönemde kadınların iş gücüne katılımı rekor seviyeye ulaştı. Ancak savaş sona erdiğinde, erkekler geri döndü ve kadınların çoğu işlerinden çıkarıldı. Yine de, bu süreç kadınların iş hayatına bakışını değiştirmişti. Birçok kadın çalışmanın getirdiği ekonomik bağımsızlığı ve özgüveni bırakmak istemiyordu. 


1950’ler: Ev Kadınlığı ve Çalışan Kadın İkilemi 

1950’ler, Amerika’da "ideal aile" imajının ön plana çıktığı bir dönemdi. Televizyon programları ve reklamlar, mutlu bir ev kadını imajını yaygınlaştırıyordu. Kadınlardan çocuk büyütmeleri, ev işleriyle ilgilenmeleri ve eşlerinin kariyerine destek olmaları bekleniyordu. Ancak bu, kadınların iş hayatından tamamen çekildiği anlamına gelmiyordu. 

Gizli bir devrim yaşanıyordu: Kadınlar düşük ücretli ve yarı zamanlı işlere yönelerek çalışma hayatını sürdürmeye çalışıyordu. Hemşirelik, öğretmenlik ve sekreterlik gibi "kadın işleri" olarak görülen mesleklerde çalışmaya devam ettiler. Ancak maaşları erkeklerden daha düşük ve terfi olanakları oldukça sınırlıydı. 

Bu dönemde bazı kadınlar, kadın hakları hareketini yeniden canlandırmanın temellerini atıyordu. Betty Friedan’ın 1963’te yayımladığı The Feminine Mystique kitabı, birçok kadının yaşadığı "tatminsizlik" hissini dile getirerek, ikinci dalga feminizmin fitilini ateşleyecekti.