Karanlık Zihinler: Kilise ve Şeytanın Savaşı

Karanlık ve aydınlık yanlarımızla iç içe geçmiş bir yolculuğun başındayız.

Küçük bir kız çocuğu, beklenmedik bir davranış sergilediği an, “Seni küçük cadı!” yakıştırması yaptığımızı hiç fark etmiş miydiniz?

Hatta küçüklüğümüzde, biz küçük kızların en sevdiği çizgi film, çoğunluk olarak Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler olmuştur. Şahsen ben çok bayılırdım. Orada da yine bir “cadı” vardı ama bu sözlü iltifat veya şakalaşmaların karakter bulmuş haliydi. Oldukça da “çirkin” bir yüze sahipti kendisi. Asıl benliğini gizlemede, izini ardında bırakmama konusunda pek yetenekli, prensesin aklını çelmek konusunda da bir o kadar cingöz biri denilebilir.

Pamuk Prenses’in hikayesinde olduğu gibi, cadılığın sembolü olan kötü karakterler genellikle korkutucu bir dış görünüşe sahip olarak betimlenir. Bu durum, kadınların güçlü ve bağımsız olduklarında nasıl damgalandıklarına dair derin bir anlayış sunar. Cadı figürü, tarih boyunca yalnızca bir güç kaynağı değil, aynı zamanda toplumsal normların karşısında duran, geleneksel kadınlık rollerine meydan okuyan bir imge olmuştur.

Özellikle Orta Çağ’da cadılar, toplumun normlarına uymayan kadınlar olarak damgalanmış ve cadılık suçlamalarıyla zorlu bir yaşam sürmek zorunda kalmışlardır. Cadı avlarının ardında yatan nedenlerden biri, kadınların bağımsızlıkları ve bilgeliğiydi. Birçok kadın, şifacılık ve doğa ile uyum içinde yaşamaları nedeniyle cadı olarak damgalanmışlardır. Bu bağlamda, cadı kelimesi, yalnızca karanlık güçlerle ilişkilendirilmekle kalmayıp, aynı zamanda kadınların kendi kaderlerini ellerine alma çabalarının da bir yansıması olmuştur.

Bu noktada, cadılığın sadece korkulan bir imge olarak değil, aynı zamanda bir güç ve bilgelik sembolü olarak yeniden ele alınması gerektiği ortaya çıkmaktadır. Cadılar, toplumda var olan dengesizliklere ve baskılara karşı koymuş, birçok kültürde doğanın ve feminen enerjinin temsilcileri olmuşlardır. Günümüzde cadılık, birçok insan için bir kendini ifade etme yolu, kişisel güç ve özgürlük simgesi haline gelmiştir. Eklemeliyim ki, adı sanı pek duyulmuş, Z kuşağındaki neslin bünyesindeki bazı kitleler de bizlere öncülük etmektedirler. Ezilenin sesi, yapanın zinciri, şahit olana güç oluyorlar.

Bahsetmiş olduğum bu çizgi film, ekran başındaki seyircilere o malum düşünceleri gayet iyi bir şekilde empoze etmiş ve bu düşüncelerin hayatımızdaki bazı alanlarda bilinçaltımızda yer etmesine neden olarak hareketlerimize yerleşmiştir.

Cadılık, tarih boyunca sayısız efsane ve yanlış anlaşılmanın merkezinde yer almıştır. Bu kavram, bir zamanlar toplulukların iyileşme, bilgi ve rehberlik arayışlarını karşılayan bir bilgi kaynağıydı; ancak zamanla toplumun korkuları, cehaleti ve iktidar oyunları nedeniyle şeytani ve yasak bir alan olarak görülmeye başlandı. Cadılık ya da diğer doğa inançları hakkında konuşurken, aslında saklı kalan kadim bilgelik ve pratiklerin yüzeye çıkmasını sağlayacağız.

Bu yazı, cadılıkla ilişkilendirilen bilgelik ve pratiklerin kökenlerine ışık tutmayı amaçlayarak, kadim bilgilerin saklanmasının ardındaki nedenleri, bu bilgilere erişim sağlayan bireylerin yaşadığı zorlukları ve toplumda üstlendikleri rolü irdelemektedir.

Kadim Bilgi ve Pratiklerin Temelleri

Cadılık ve onunla ilişkilendirilen pratiklerin kökleri, insanoğlunun doğayla bağ kurmaya ve çevresini anlamaya çalıştığı çok eski zamanlara kadar uzanır. Şamanizm, animizm ve doğa kültleri gibi ilk inanç sistemleri, doğayı kutsal olarak görür ve onun sırlarını çözmeye çalışırdı. Bitkilerin iyileştirici gücü, hayvanların ruhları ve gökyüzünün döngüleri hakkında bilgi edinmek, insanlar için hayatta kalmak ve doğanın dilini anlamak anlamına geliyordu.

Bu bilgi kaynakları, geleneksel olarak “kadın bilgeliği” olarak bilinen alana bağlandı. Toplumlarda kadınların doğum, şifa ve doğa döngüleriyle olan bağlantısı bu bilgiyi hem kutsal hem de tehlikeli kıldı. Çünkü toplum, doğanın gücüne hâkim olan bu kadın figürlerini bir yandan kutsarken, bir yandan da onların gücünden korkuyordu. Bu bilgi, zamanla topluma anlatılmayan veya gizlenen bir bilgelik olarak adlandırılmaya başlandı.

Cadılığı anlayabilmek için de, öncelikle paganizm inancını ve ona dair kurallarını kavramalıyız. Doğaya hükmetmek yerine, onun gücünü kullanarak mutluluğu yaymalı ve hak edenlerin hak ettiklerini bulmalarını sağlamalıyız.

Gizlilik İçindeki Büyüler ve Ritüeller

Gizliliğin arkasında yatan bir başka neden ise toplumdaki insanların, bu tür ritüellerin sonuçlarından korkmalarıydı. Ritüel ve büyülerin kontrol edilmesi zor güçlere sahip olabileceğine dair inanç, insanları korkuttu. Bu nedenle bu bilgiyi paylaşan insanlar cadı olarak yaftalanarak toplumdan dışlanmaya veya cezalandırılmaya başlandı.

Witchcraft, doğaüstü veya okült güçlerin kullanılmasıyla başkalarına zarar vermekten ziyade, genellikle iyileştirme, koruma veya çeşitli manevi hedeflere ulaşma amacı güden bir uygulama olarak tanımlanabilir. Bazı cadılar, hastalıkların tedavisi veya ruhsal dengenin sağlanması amacıyla şifalı bitkiler kullanarak doğal tedavi yöntemlerine yönelmişlerdir. Bu tür uygulamalar, çoğu zaman yerel halkın bazı kesimleri tarafından saygı görmüş ve toplumsal kabul bulmuştur.

Cadılar, bazen yalnız, bazen de diğer cadılarla gruplar halinde hareket ederler. Bu topluluklar, bir araya geldiklerinde, daha güçlü enerjiler yaratma veya ortak bir amaç etrafında birleşme potansiyeline sahip olurlar. Ancak, cadılar genellikle, topluluklarının ahlaki normlarına karşı bir komplo içinde faaliyet gösterdikleri düşüncesiyle damgalanmışlardır. Bu etiketleme, onların varoluşunu daha da tehlikeli hale getirmiş ve toplumda onlara yönelik düşmanlığı artırmıştır.

Ayrıca, cadıların ritüelleri çoğu zaman doğal döngülerle ve mevsimlerle bağlantılıdır. Örneğin; birçok cadı, mevsim değişikliklerinde ve ay döngülerinde ritüeller gerçekleştirir. Bu tür uygulamalar, insanların doğa ile bağlantı kurmalarını sağlarken, aynı zamanda manevi bir anlam da taşır. Ancak bu tür ritüellerin toplumsal kabul görmemesi, cadıların daha gizli bir yaşam sürmelerine yol açmıştır.

Toplumda cadılara yönelik tutumlar, onları daha da gizli hale getirirken, aynı zamanda bu uygulamaların ardındaki derin anlamları ve gelenekleri de göz ardı etmiştir. Bu nedenle, cadılık, yalnızca bir inanç sistemi değil, aynı zamanda insanlık tarihinin karmaşık ve çok boyutlu bir parçasıdır.

Cadılara Olan İnanç Ne Kadar Geriye Gidiyor?

Homer’in İlyada’sında (M.Ö. 800 civarı) hayvanlara dönüştürdüğü adamlarla tanınan Circe, bir cadı olarak tanımlanır ve Plutarch, M.S. 100 civarında yazdığı “Saçmalık Üzerine” adlı risalesinde cadılıktan bahseder. Roma hukuku düzenlemelerinde yasadışı büyü önemli bir yer tutar; bazıları Hristiyan dünyasına kadar ulaşmıştır. Ancak, bu erken yasaların çoğu aslında büyü ile ilgili yasalar olup, cadılıktan farklı olarak yararlı olabilen, özel beceriler, araçlar ve kelimeler gerektiren büyüyü hedef alıyordu. Daha sonraki yüzyıllarda cadılarla ilişkilendirilecek birçok söylencenin kaynağı bu antik dünyadır.

Homer’in ‘Odyssey’ eserinden bir sahne, Pellegrino Tibaldi tarafından 1550'de yapılmış bir tablo; Circe’nin erkekleri hayvanlara dönüştürdüğünü gösteriyor.

Arkeologlar, Yunanlıların “sıkı bağlayan lanetler” anlamına gelen katares adını verdikleri yüzlerce antik Yunan lanet tableti bulmuşlardır ve bu tabletlerin çoğunlukla spor yarışmaları veya hukuki çekişmeler üzerine odaklandığı görülmektedir. Yazılı tabletler, ölülerin (cadıların) büyülerini daha iyi yapabilmesi için mezarlara, kuyuya veya çeşmelere bırakılmıştır.

Cadı Figürü Nasıl Ortaya Çıktı?

Avusturyalı şair Hans Vintler’in 1486 tarihli ‘Erdemler Çiçekleri’ adlı el yazmasından esinlenerek Frau Perchta’yı betimleyen bir tahta baskı.

Sonraki yüzyıllarda, sapkınlıkla mücadele için sürekli yapılan girişimler, Hristiyanlıkla uzlaştırılması zor olan birçok figürü gün yüzüne çıkardı. Bu figürler genellikle cadılıkla hiçbir ilgisi olmadan yaratıldılar, ancak bu durum heretik cadı figürünün oluşmasına yol açtı.

Heretik cadı, Hristiyan inancına aykırı olan bir kişinin ya da inancın bir tasviridir. Orta Çağ ve sonrasındaki dönemde, Hristiyanlık karşıtı öğretileri benimseyen ya da uygulayan kişiler genellikle “heretik” olarak adlandırılırdı. Bu bağlamda, heretik cadılar, geleneksel Hristiyan öğretilerine zıt olan inançları temsil eden cadı figürleridir. Bu tür figürler, cadılığın ve büyücülüğün karanlık ve tehlikeli doğasıyla ilişkilendirilerek, toplumda korku ve nefret uyandırmayı amaçlayan bir şekilde tasvir edilmiştir.

Heretik cadılar genellikle toplumun kurallarını ihlal eden, sosyal normlara karşı çıkan ya da Tanrı’ya başkaldıran figürler olarak görülüyordu. Bu figürler, hem kadınları hem de erkekleri kapsayabilen, sihir ve kötü niyetle ilişkilendirilen karakterlerdir. Özellikle, kadınların güçlü ve bağımsız olduğu dönemlerde, bu tür figürler Hristiyan toplumları tarafından daha fazla dışlanmış ve demonize edilmiştir. Heretik cadılar, çoğu zaman toplumda kaos ve bozulmanın sembolleri olarak kullanılmıştır.

Böyle bir figür, batı Alpleri’ne özgüydü. Kışın kadınsı bedeni olarak kabul edilen bu kadın figürü genellikle Bertha, Perchta veya Befuna olarak adlandırılıyordu. Sosyal itaatsizliği cezalandırıyor ve “iyilik” karşılığında ödüllendiriyordu. Her zaman yaşlı bir cadı olarak tasvir ediliyordu, çünkü soğuk ve kışı temsil ediyordu. Zamanla entelektüeller, onun klasik edebiyattan aşina oldukları cadılara olan benzerliğini fark etmediler.

Yavaş yavaş ve parçalar halinde cadı fikri ortaya çıktı. Çok genel bir şekilde, bir cadı, bedeninde taşıdığı güçler de dahil olmak üzere, sihirli varlıklar kullanan bir kişidir ve bu varlıklar başkalarına zarar vermek için kullanılır. Kadın olması gerekmez. Şapka ve süpürgeye de ihtiyacı yoktur. Tahrip edici ve bozulmuş olmalıdır. Ölüler gibi olmalı: sert, verimsiz — ve nefreti olmalıdır. Ölüler, yaşayanlardan nefret eder; cadı da aynı şekilde nefret eder. Bu popüler düşüncenin şekillendiği belirli bir an yoktur.

Ufak bir yolculuğa çıkıyoruz

Bir tepenin üzerinde durduğunuzu hayal edin. Çimlerin içindeki tümseklere bakıyorsunuz. Onların ne olduğunu veya ne olduklarını merak ediyorsunuz. Yakındaki bir pano, bunların tarih öncesi mezar höyükleri olduğunu söylüyor.

Cornwall’daki Ballowall Barrow gibi antik mezar yerleri bir zamanlar batıl inançlarla örtülmüştü. Bu Bronz Çağı mezarlarının, cadıların mutsuz müşterilerine şans getiren tılsımlar olarak sunabileceği, “knockers” olarak bilinen cüce madencilik ruhlarına ev sahipliği yaptığı düşünülüyordu.

Şimdi 400 yıl geriye gitmeye hazırlanın.

Hala bu alanın üzerinde, çimlerdeki tümseklere bakarak duruyorsunuz ve yine merak içindesiniz. Ancak şimdi bu bölgedeki toplumun bir üyesisiniz ve yüzyıllardır burada gelişen bir yaşamın parçasısınız. Bu çimlerdeki tümsekler hakkında birçok hikâye duydunuz. Köyünüzde bazı bireylerin buraya sıkça geldiğini gördünüz ve neden geldiklerini merak ettiniz: acaba yemeklerini zenginleştirmek için otlar mı arıyorlar, yoksa daha karanlık sebeplerle mi buradalar?

Köydeki kızlar arasında fısıldanıyor ki, “Eğer Cadılar Bayramı (Samhain) gecesi, gece yarısında buraya gelirseniz, ölülerin yeniden dirildiğini ve pazar çarprazına doğru yola çıktıklarını görebilirsiniz. Onlar çarprazı geçemezler ve orada kalırlardı. Onları görmek uğursuzluktur; ama eğer binicilerden birinin gözlerinin içine bakmayı başarırsan, sana şifa ve kehanet gibi doğaüstü güçler kazandıracak bir yetenek elde edebilirsin. Bu da, sana büyük bir servet getirebilir.”.

Peki, Orta Çağ kilisesi cadılığı nasıl gördü?

11. yüzyılda Skolastisizm’in ortaya çıkmasıyla birlikte, yaratılmış doğanın tümü, skolastiklerin her şeye uygulayabilecekleri bir model oluşturmak amacıyla inceleme konusu haline geldi. Kilise, daha önce gülümseyerek geçiştirilen veya Hristiyan ibadetine entegre edilen folklor unsurlarına odaklanmaya ve şüpheci yaklaşmaya başladı. Özellikle doğaüstü varlıklar ve “şeytanın hizmetkarı” olarak tanımlanan varlıklar, din adamlarının ilgisini çekmeye başladı. Halk arasında yaygın olan cadı, cin ve şeytan hikayeleri, zamanla “günah” ve “iblislerin etkisi” bağlamında değerlendirilmeye başlandı.

Kilise, cadılığı tehlikeli bir sapkınlık ve doğrudan Tanrı’ya karşı bir tehdit olarak algılamaya başladı. 12. yüzyıldan 14. yüzyıla kadar büyük manastırlar, ıslak rüyalarla ilgili ahlaki sorunlarla meşgul hale geldi ve elbette şeytanın işi olarak yorumlandı. Kilisenin şeytanla bağlantılı olduğuna inandığı bazı kadın figürleri de bu dönemde cadılıkla suçlanmaya başlandı. Manastır yatakhanelerine kadınların girmesi yasaktı, ancak gece vakti şeytanın yardımıyla keşişleri ayarttıkları ve onların “tohumunu” çaldıkları düşünülüyordu. Bu inanç, cadıların doğaüstü güçlere sahip olduğu ve şeytanla iş birliği yaptığı düşüncesini pekiştirdi.

Daha da ileri giden mantık sıçramalarıyla, iblislerin insanlardan çocuk üretmek istediklerine dair bir sonuca varıldı. Bu nedenle, insan tohumunu çalmak için manastır yatakhanelerini rahatsız ettikleri ve kadınları şeytan çocuklarıyla hamile bırakma amacı taşıdıkları düşünüldü. Peki, bu “şeytan çocukları” için uygun adaylar kim olabilirdi? İşte bu noktada, Romalıların cadı tasavvuru ile Alpler’deki kışın beden bulmuş hali, şeytanologların, tohumun alıcıları için tam bir kimlik oluşturmalarına olanak tanıyan bir şekilde felakete neden oldu.

Yaşlı, dışlanmış, çirkin, tuhaf — Cadıların Sabbath’ı olan cadısı böylece doğmuş oldu.

Cadıların gerçekleştirdiği düşünülen töreni tasvir eden 1650 tarihli bir çizim; daha sonra Cadıların Sabbath’ı olarak anılmıştır.

Geleneksel Bayramlarda Pagan Etkileri

Pagan inanç sistemlerinde, belirli günlerin ve ritüellerin anlamı büyük bir yer tutmaktaydı. Birçok eski kültürde haftanın belirli günleri, tanrılara adanmış ve belirli ritüellerle kutlanmıştır. Pagan geleneklerinde döngüsel zaman anlayışı ve doğanın döngüleri üzerine kurulu ritüeller, toplumların tarımsal yaşamlarıyla sıkı bir bağ içerisindeydi.

Sabbath bayramının zamanla evrilirken pagan geleneklerinden etkilenmiş olması muhtemeldir. Özellikle, tarihsel bağlamda dinlerin birbirleriyle etkileşim içinde olması ve inançların farklı kültürlerde bir araya gelmesi, bu tür dönüşümlerin yaşanmasına neden olmuştur.

Örneğin, bazı pagan kültürlerinde kutlanan mevsimsel bayramlar, Hristiyanlık döneminde farklı bir şekil alarak yeni anlamlar kazanmıştır. Pagan ritüellerinin yerini almak üzere kurulan yeni dini pratikler, eski inançlarla bir sentez oluşturmuş olabilir.

Yahudi ve Hristiyan Gelenekleri

Yahudi geleneğinde Sabbath, Tanrı’nın yaratılış sürecinin bir parçası olarak yedinci gün, yani Cumartesi günü dinlenme emri üzerine kurulmuştur. Bu uygulama, belirli bir dini disiplin ve toplumsal normlar etrafında gelişmiştir. Hristiyanlık ise, bu bayramı İsa’nın dirilişiyle ilişkilendirerek Pazar günü kutlamaya başlamıştır.

Yakılmalar ve Cadı Avı Zamanı

Cadıların en zor dönemlerinden biri, yakılma dönemidir. Bu süreçte, birçok kişi cadılık uygulamaları nedeniyle acımasızca işkencelere “günahlarından arınmak” için maruz kalmış ve “ruhlarının arınması” amacıyla da ateşte yakılmıştır. Dini otoritelerini kullanarak krallıkları yönetmeye başlayan kilise, her türlü haksız yere cadı olarak damgaladığı insanları akıl almaz işkencelerle öldürmüştür. O dönemde, geceleyin dışarıda bulunan yaşlı kadınların bile cadı olduğu iddia edilip yakıldığına dair tarihi kayıtlar bulunmaktadır. Böylece kilise, çıkarlarına uymayan herkesi cadılıkla suçlayarak zulme tabi tutmuştur. Bu işkenceler sonucunda, psikolojik baskı altında kalan birçok kişi, cadı olup olmadıklarını sorgulamadan itiraflarda bulunmak zorunda kalmışlardır.

Bu yakma zamanında suçlamalar o denli çığrından çıkmıştır ki, cadıların süpürgelerle uçtukları, çocukları yedikleri, ruhlarını şeytana satıp doğaüstü güçler edindikleri, hayvanları kontrol edebildikleri gibi iddialar ortaya atılmıştır. Klasik çirkin, kötü cadı tiplemesi işte tam bu dönemde insanların bilinçaltlarına kazınmıştır. Tarihi kayıtlarda, 15. Ve 17. Yüzyıllarda 500 bin kişinin cadılıkla yargılanıp öldürüldüğü bildirilmiştir.

Yakma ve yargılama dönemi o kadar zalimce ilerliyordu ki, bir kadının cadı olduğunu anlamak için ona bir dua verip okuması isteniyordu. Eğer kadın bu gergin ortamda duada en küçük bir yanlış yaparsa cadı olduğuna kanaat getirilip hemen idam ediliyor ya da yakılıyordu. Bunun dışında bir diğer yöntem ise, kişiyi kendi boyundan daha yüksek bir suya atmaktı. Kişi sudan çıkmak için çaba sarf ederse, şeytanla işbirliği yaptığına kanaat getiriliyor ve yakılıyordu.

İşkence yöntemleri şu şekildeydi; En çok uygulanan idam etme ve işkence yöntemi, canlı olarak yakmaktı. Bunun dışında suçlu bulunan kadın sıkıca bağlanır, huni yardımıyla sindirim sistemi patlayana kadar su içirilirdi. Metal tıkaç denen bir aletle (armut şeklinde bir alettir) ağzındaki tüm dişler kırılır, suçunu itiraf edene kadar çene kemikleri kırılırdı. Bazen de diri diri toprağa gömülürdü. İffetsizliğini sembolize eden canlı maymun, şeytanın sembolleri olan yılan ve kedi ile kadın bir çuvala konur ve suya atılırdı. Daha nice, akla hayale gelmeyen işkencelerle çoğu kadın olmak üzere binlerce insan öldürülmüş ve zorla cadı olduğu itiraf ettirilmiştir.

Bu şekilde haklı haksız, iyi, kötü herkesin yakıldığı dönemler, hakiki cadıların saklanmasını gerektirmiştir. Bu yüzden dolayı cadılar, takma isimler kullanmışlar, gizli notlarını saklamak için aileden aileye geçecek defterler tutmuşlardır. Hala daha modern cadılar ve wiccanlar, bu anılara sadık kalmak için takma isimler kullanmakta ve gölgeler kitabı denen, pratiklerini anlatan defterler tutmaktadırlar.

Malleus Maleficarum’un 1574 baskısının cildi.
Kitapların genellikle ön kenarına başlıklar yazılıyordu çünkü kitaplar sırtları içe dönük olarak raflara yerleştiriliyordu.

Malleus Maleficarum (Cadıların Çekiç’i), 1487 yılında Alman papaz Heinrich Kramer ve Jacob Sprenger tarafından yazılmıştır. Kitap, cadılık inancını ve cadı avlarını teşvik eden önemli bir eser olarak kabul edilmektedir. Orta Çağ’ın sonlarına denk gelen bu dönemde, Avrupa’da cadılık ve büyücülük ile ilgili geniş çaplı bir panik ve cadı avları yaşanıyordu. Malleus Maleficarum, bu dönemde cadılığın suç olarak kabul edilmesi ve cadıların nasıl tespit edileceği, yargılanacağı ve cezalandırılacağına dair kılavuzluk sağlamıştır.

Kitabın Başlık Sayfası

Özellikle Katolik Kilisesi tarafından yüksek düzeyde ciddiye alınıyordu. Heinrich Kramer’in elinden çıkan bu kitap ve kendisi, cadılıkla ilgili yasaların uygulanmasında ve cadı avlarının yönlendirilmesinde önemli bir rol oynamıştır. Hatta kendisi kadın düşmanı olarak da görülmektedir.

Küçük yerel mahkemelerde cadı davalarının yargılanmasına rehberlik etmekle kalmayıp, aynı zamanda Hristiyanlık inancına göre cadılığın tehlikelerini de vurgulamıştır. Kitap, birçok ülkede resmi olarak kabul edilmiş ve bazı bölgelerde kilise ve devlet otoriteleri tarafından bir tür “rehber” olarak kullanılmıştır. Bu, cadı avlarının yaygınlaşmasına ve birçok masum insanın haksız yere suçlanarak ceza almasına yol açmıştır. 

En ufak hareketinizle mimlenmeniz an sebebiydi. Evinizde, kendi halinizde takılmanız ve belki örgü bile örmeniz o dönemlerde cadılıkla ilişkilendirilebiliyordu.

Bir devrin kapanışı

29 Ekim 1692'de, koloniyel Massachusetts’in valisi, şüpheli cadıları yargılamak için kullanılan özel mahkemeyi feshetti.

325 yıl önce bugün…büyülenmiş, rahatsız olmuş ve şaşırmış bir Amerikan kasabasında geç kalmış bir adalet günü.

Çünkü o gün, koloniyal Massachusetts valisi William Phips, birkaç ay önce Salem cadı mahkemelerini yürütmek için kurduğu özel mahkemeyi feshetti. Bunu, mahkemelerin giderek artan sayıda yanlış idam ve haksız yargılama yapması sebebiyle gerçekleştirdi. Phips, bu durumu düzeltmek adına, mahkeme sisteminin revize edilmesi gerektiğine karar verdi.

Her şey, bir önceki Ocak ayında, Puritan köyünde bazı kişilerin birkaç genç kızın garip davranışlarını cadılıkla suçlamasıyla başladı.

Korku dolu hayaller ve panik içinde geçen bir duruşmada, onlarca kasaba sakini yargılandı; bu durum Arthur Miller’ın ünlü oyunu “The Crucible”da — ve Daniel Day Lewis’in başrolünde olduğu 1996 film uyarlamasında da tasvir edildi.

Dışarıdan gelen tepkiler

Salem dışındaki bazı topluluklar ve entelektüel çevreler, mahkeme uygulamalarına karşı tepkiler vermeye başladı. Yüksek eğitimli bireyler, mahkemelerin sürecini eleştirdi ve hukukun temel prensiplerine aykırı olduğu konusunda kamuoyunu bilgilendirmeye çalıştılar. Massachusetts Valisi William Phips, durumu ve mahkemelerin işleyişini sorgulamaya başladı. Bu süreçte, mahkeme üyelerinin bazıları da davaların gidişatını sorgulamaya başladı.

Salem duruşmalarına dair artan şüpheler, onları sona erdirdi, ama ne yazık ki 20 kişi idam edildi. Massachusetts, çoktan özür diledi ve affetti — ama bu, kurbanlar için elbette çok geç oldu.

Bugün, Salem cadı mahkemeleri kitlesel histeri ve zulme karşı bir uyarı hikayesi olarak hizmet ediyor. Öte yandan, anıları modern Salem’i popüler bir turistik destinasyon haline getirdi.

Cadı mahkemelerinin dünya genelinde durdurulması, tarihsel ve sosyal birçok dinamiğin etkileşimi ile gerçekleşmiştir. Bu sürecin temel etkenlerinden biri, Aydınlanma Dönemi’nin getirdiği düşünsel değişimlerdir. 17. yüzyılın sonları ile 18. yüzyılın başları, akıl ve bilim anlayışının yükseldiği bir döneme işaret eder. Aydınlanma düşüncesi, bireysel hakları, özgürlüğü ve akılcılığı ön plana çıkarırken, geleneksel inanç sistemlerine ve batıl inançlara duyulan güveni azaltmıştır. Bu bağlamda, cadı mahkemeleri gibi uygulamalar sorgulanmaya başlamış ve eleştirilerin hedefi haline gelmiştir.

Aynı zamanda, toplumsal ve ekonomik değişimlerin de önemli bir rolü olmuştur. Cadı avları genellikle toplumsal huzursuzluk, ekonomik belirsizlik ve kıtlık dönemlerinde patlak vermekteydi. Ancak bu belirsizlikler, toplumun yapısal dönüşümüyle birlikte, devletin güçlenmesi ve sosyal dinamiklerin değişmesiyle azalmıştır. Toplumun genelinde artan refah ve güven duygusu, cadı avlarına olan desteğin azalmasına yol açmıştır.

Din ve hukukta gerçekleşen reformlar da cadı mahkemelerinin son bulmasında etkili olmuştur. 18. yüzyılda, Avrupa’daki birçok devlet, dini ve hukuksal yapılarında reformlar gerçekleştirmiştir. Bu reformlar, insan haklarının daha fazla korunmasını, bireylerin yargılanma süreçlerinde adaletin sağlanmasını hedeflemiştir. Cadı yargılamaları, bu yeni anlayışın sorgulanmasına maruz kalmış ve toplumsal adaletsizlikler olarak görülmeye başlanmıştır.

Etkili düşünürlerin katkıları da bu süreçte önemli bir yer tutmaktadır. Dönemin filozofları, cadılık ve benzeri batıl inançların mantıksız olduğunu ve insan hayatına zarar verdiğini vurgulamışlardır. Örneğin, John Locke gibi düşünürler, akıl ve mantığın önemini ön plana çıkararak, toplumun bu tür inançlardan uzaklaşmasına zemin hazırlamışlardır.

Yargı sistemlerinde yapılan değişiklikler, cadı mahkemelerinin sona ermesine katkıda bulunmuştur. Artan delil standartları, tanıkların güvenilirliğinin sorgulanması ve adil yargılanma hakkının ön plana çıkması, cadı mahkemelerinin uygulamalarını sorgulayan bir toplum oluşturmuştur. Bu durum, halkın cadı yargılamalarının adaletsiz olduğunu anlamasına ve buna karşı sesini yükseltmesine sebep olmuştur.

Bilimle Olan İlişkisi ve Bilginin Evrimi

Orta Çağ ve sonrasında, simya, astroloji ve bitki bilimi gibi disiplinler cadılıkla ilişkilendirilen bilgi alanlarıydı. Bu pratikler, modern bilimin temellerini oluşturdu. Simyacılar, maddenin gizemlerini çözmeye çalışırken aslında kimyanın temellerini atıyordu. Astroloji, insanların gökyüzünü incelemeleri ve bu sayede gök cisimlerinin hareketleri hakkında bilgi edinmeleriyle astronomiye öncülük etti.

Bu bilgilere sahip olan kişiler, özellikle Rönesans döneminde, bilginin kilise tarafından kısıtlandığı bir dönemde halktan gizlenen önemli bilgilere erişebiliyorlardı. Bilimin bu alanları, modern bilimin ortaya çıkışı ile yeni bir saygı görmeye başlasa da cadılık ve pagan inançlarla ilişkilendirilmiş olmaları, bu bilgiyi taşıyan insanların toplum tarafından dışlanmasına neden olmuştu. Çünkü bu bilgiler, insanları kilise ve diğer otoritelerden bağımsızlaştırma potansiyeline sahipti.

Simyanın Önemi

Simya, Orta Çağ’ın en ilginç ve karmaşık disiplinlerinden biri olarak öne çıkmaktadır. Simyacılar, maddenin yapısını ve dönüşümünü anlamak amacıyla deneyler yaparken, aslında kimyanın temellerini atıyorlardı. Özellikle metal dönüşümleri, insanları sonsuz yaşam ve zenginlik arayışına yönlendirirken, bu arayışlar aynı zamanda deneysel metodolojinin gelişmesine de katkıda bulundu. Simyanın temel prensipleri, doğanın yasalarını anlamak için yapılan deneysel çalışmalara dayandığı için, simyacılar birer bilim insanı olarak değerlendirilebilirler.

Astrolojinin Rolü

Astroloji, Orta Çağ’da insanların gökyüzünü incelemesi ve gök cisimlerinin hareketlerini anlaması açısından büyük bir öneme sahipti. Gök cisimlerinin insanların yaşamları üzerindeki etkilerini araştıran astrolojik inançlar, daha sonra astronominin temellerini atmış ve gökyüzündeki olayları sistematik bir şekilde gözlemleme becerisinin gelişimine katkıda bulunmuştur. Astroloji, o dönemde insanların kendilerini evrenle olan bağlantılarını anlamalarına yardımcı olmuş ve gökbilim ile matematik alanlarının gelişimine zemin hazırlamıştır.

Bitki Bilimi ve Tıbbi Uygulamalar

Bitki bilimi, tıbbın erken dönemlerinde önemli bir rol oynamıştır. Bitkilerin şifalı özelliklerini keşfetme çabası, hem toplumların sağlık anlayışının gelişmesine hem de farmakolojinin temellerinin atılmasına yol açmıştır. Bu alanda bilgi sahibi olan kişiler, doğal dünya ile kurdukları ilişki sayesinde sağlık ve şifa konularında değerli bilgiler sunmuşlardır. Ancak, bu bilgilerin kaynağı olan bitki bilimcileri, aynı zamanda cadılık ile ilişkilendirilmiş ve zaman zaman dışlanmışlardır.

Rönesans Dönemi ve Bilimsel Düşüncenin Yükselişi

Rönesans dönemi, bilim ve sanatın yeniden doğuşu olarak bilinse de, aynı zamanda bu disiplinlerin geçmişten gelen bilgi birikimini yeniden değerlendirdiği bir dönemdir. Kilise tarafından kısıtlanan bilgiye ulaşma çabaları, özellikle bu dönemde aydınların ve bilim insanlarının cesurca insan aklını ve doğayı sorgulamalarına zemin hazırlamıştır. Bilginin kiliseden bağımsızlaşması, simya ve astroloji gibi disiplinlerin bilimsel düşüncenin bir parçası haline gelmesine olanak tanımıştır. Ancak, bu bilgilerin kökenleri cadılık ve pagan inançlarla ilişkilendirildiği için, bu bilgiyi taşıyan kişiler çoğu zaman toplum tarafından dışlanmışlar ve hor görülmüşlerdir.

Bilimin Toplum Üzerindeki Etkileri

Bu dönemde, toplumda oluşan korkular ve önyargılar, bilim insanlarını ve bilgeleri hedef haline getirmiştir. Cadılıkla ilişkilendirilen bilgi ve pratikler, toplumun güvenlik ve ahlak anlayışına tehdit olarak algılandığından, bu bilgileri benimseyenler sıklıkla cadı olarak damgalanmış ve zulme uğramıştır. Bilimsel düşüncenin ilerlemesi, aynı zamanda bu tür baskıların sona ermesiyle mümkün olmuştur.

Zamanın tozlu raflarında kaybolmuş eski bilgelerin fısıldadığı sırlarla dolu bir dünyada, cadılık ve bilimin iç içe geçmiş labirentlerinde dolaşırken, aklınıza bir bilmece düşsün: Gerçek nedir, hayal midir? Karanlıkta yankılanan ayinlerin sesleri, kadim ritüellerin gölgeleriyle sarmaş dolaş olmuş, geçmişin derinliklerinde gizlenen bilgilerin peşinde bir yolculuğa çıkmışız gibi hissediyoruz.

Cadılığın yalnızca karanlık bir örtü değil, aynı zamanda insan ruhunun derinliklerindeki arayışın bir sembolü olduğunu unutmayalım. Simyacılar, yıldızların sırlarını çözerken, kimya biliminin tohumlarını atıyor; astroloji, gökyüzünün dillerini konuşarak, insanın varoluşunu anlamasına yardım ediyordu. Ama bu yolculukta karşımıza çıkan zorluklar, bilgiye ulaşmanın ve gerçeği anlamanın ne denli karmaşık bir iş olduğunu gözler önüne seriyor.

Karanlıkların ardındaki ışık nerede saklı? Belki de bu soru, hem cadıların hem de bilginin gerçek doğasını anlamak için atılacak ilk adımdır. Tarihin gölgelerinde kaybolmuş bu bilgilerin, aslında kimler tarafından ve neden saklandığını sorgulamak, bizi daha derin bir anlam arayışına sürükler. Pagan inançlarının ve doğaüstü güçlerin etrafında dönen mitler, aslında yaşamın ve doğanın döngülerine dair derin bir bilgi hazinesi taşır.

Bugün, geçmişin gölgelerinden çekilmiş perdelerle yüzleşirken, her ritüelin, her büyünün, insanın içsel gücünü ve doğa ile olan bağlantısını yeniden sorgulama fırsatı sunduğunu hatırlamalıyız. Sonuçta, kim gerçek bir cadı, kim bir bilge? Bilmiyoruz. Belki de bu belirsizlik, yaşamın kendisidir. Her köşede saklı sırlar, her kapının ardında bekleyen yeni gerçekler ve her yüzleşmenin ardından doğan yeni sorular…

Gizemli bir yolculuk sona eriyor, ama her son, yeni bir başlangıcın habercisidir. Bilgeliğin peşinden koşmaya, sırlarla dolu bu evrende kaybolmaya ve belki de kendi cadılığımızı bulmaya devam edelim. Unutmayın, en karanlık gecelerin ardından gelen sabahlar, en parlak yıldızları doğurur. Gerçekten kim cadı, kim bilge? Belki de biz her ikisiyiz…

Okuduğunuz için teşekkürler. Bir sonrakinde görüşmek üzere.

“İnsan kalbinde ne taşıyorsa onu görür dünyada.”