Kastamonulu Cinci Hoca: Osmanlı Sarayında Bir Büyücünün Yükselişi
Bir yarım hocanın kazaskerliğe kadar yükselişi.
Büyü ve büyücülük tarih öncesi devirlere dayanmakta olup, özellikle Mezopotamya, Mısır, İran ve Hint medeniyetlerinde yaygınlık göstermektedir. İslam öncesi Türk toplumlarında da büyünün kullanıldığı bilinmektedir. Şamanizm, buna en temel örnektir. Şamanizm, iyi ve kötü ruhların tüm âlemi etkisi altına aldığı esasına dayanır. Şaman aracılığıyla âlemi saran bu ruhlarla bağlantı kurulmaktadır. Şamanlar, ruhlar âlemiyle temas sağlar, kişileri kötülüklere karşı korur ya da kendilerini korumak için haberler verebilmektedirler.
Elbette İslamiyet, sihir ve büyüyü yasaklamıştır. Ancak İslamiyet'i sonradan kabul eden bir toplum için kültleşmiş değerlerden vazgeçmek zordur. İslamiyet’in Türkler arasında yayılmasından sonra, Şaman ve Budist rahipler eski geleneklerini yaşatmak ve mesleki çıkarlarını korumak için hurafeleri ile kadim medeniyetlerin kültürlerinden öğrendiklerini bir araya getirmiş ve bunları dini bir başlık altında sunarak cincilik, üfürükçülük, muskacılık, efsunculuk gibi kavramları ortaya çıkarmışlardır. Elbette kültür içinde ortaya çıkan formlar, değişmeden kalmamaktadır. Zamanla İslamiyet ve çeşitli mezheplerin literatüründen yararlanarak suistimaller artmıştır. Örneğin, hadisleri çarpıtarak halkın bilincini etkileri altına alma, ayetler üzerinden kişilere zarar verme ya da mezhep imamlarından uydurma rivayetleri kaynak gösterme gibi durumlar ortaya çıkmıştır.
Bu hurafelere inananları belli bir sınıfa atfetmek çok yanlıştır. Cehalet, toplum yapısının en alt katmanında kalacak bir kast sistemi değildir. Dönemin birçok devlet adamı ve hanedan mensubu, büyücülük olaylarına dahil olmuştur. Bunun yanı sıra büyüden korunmak için tılsımlı gömlek giyen Osmanlı sultanları da vardır. Saray çevresinde görülen üfürükçülük olaylarından biri, Sultan İbrahim devrinde yaşanmıştır.
Sultan İbrahim, şehzadelik dönemini kafes usulü ekseninde geçirdiği için tahta çıkışında ruhsal bunalımlar geçirmektedir. Tedavisi için saraya onlarca müneccim ve hekim çağırılır, ancak hiçbiri fayda sağlamaz. Annesi Kösem Sultan bu duruma çok üzülerek çözüm arayışına girer. Aslen Kastamonulu olup (bugünkü Karabük nüfusuna kayıtlı) geçimini sağlamak için İstanbul’a gelmiş olan Hüseyin Efendi’den haberdar olur. Saraya davet edilen Hüseyin Efendi, Evliya Çelebi’nin nakline göre padişaha Surh-u Bad ve Kenzü’l Arş dualarını okur ve padişah iyileşir. Hüseyin Efendi’nin adı da Cinci Hoca olarak yayılır.
Hüseyin Efendi Kimdir?
Kastamonu (Safranbolu) doğumlu olan Hüseyin Efendi’nin tam adı, Hüseyin b. Mehmed b. eş-Şeyh Karabaş İbrahim Efendi'dir. Büyücülükle uğraştığı için Cinci Hoca olarak ünlenmiş, aynı zamanda Kazasker Hüseyin Efendi olarak da anılmıştır. Babası da dönemin adı duyulmuş şeyhlerinden olup, Hüseyin Efendi'nin sihir ve büyü ile ilgili teknikleri babasından öğrendiği belirtilmektedir. Kendisi, eğitim için İstanbul’a gelmiştir. Hatta Evliya Çelebi ile aynı medresede eğitim görmüştür. Bir süre hocasının hizmetinde bulunsa da hocasının tayininden sonra büyücülüğü geçim aracı haline getirmiştir. Bu yönü yüzünden hocası ve çevresindeki saygınlığını yitirmiştir. Ahmet Refik'in eserinde bu durum şöyle anlatılmaktadır: Hocası kadı olarak İzmir'e tayin edildiğinde çevresindekiler, Hüseyin Efendi'yi de beraberinde götürmesi hususunda ısrarda bulunmuş, fakat hocası kabul etmemiş: “Be hey efendi! Bizim ırzımız vardır. Avrat ve oğlana efsun okuyan bir sehhâr-ı nâ-bekârı (büyücü, serseri) bile götürüp mansıbımızda bednam (kötü ün sahibi) mı olalım?” demiştir. Böylece Hüseyin Efendi İstanbul’da kalmış ve büyücülüğü sayesinde Kösem Sultan vasıtasıyla saraya girmiştir.
Yine Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde yer alan bilgiye göre, efsunculuk ve sihir konusundaki şöhreti saraya kadar ulaşan Hüseyin Efendi, okuduğu tesirli dualarla çaresizlik içindeki Sultan İbrahim'i iyileştirmiş ve onun hocası olmuştur. Bu olaydan sonra Hüseyin Efendi'nin istikbali parlamış, hatta sultanın çocuk sahibi olmasını bile sağlamıştır. Elbette bir Osmanlı hükümdarının hayatını bu denli olumlu etkileyen biri, karşılığında en üst derecede ödüller alacaktır. Devlet erkânında önemli makamlar verilmiş, saray tahsis edilmiş ve padişah nezdinde söz sahibi olmuştur. Bu sayede Cinci Hoca olarak ünü de artmıştır. Ancak günümüzde de sıklıkla görüldüğü gibi, çok mal ve mülk, Cinci Hoca’nın kibirini arttırmıştır. Medrese tahsilini tamamlamamış olmasına rağmen müderris olarak atanmış, ardından Galata kadılığına getirilmiş, Anadolu kazaskeri ve padişah hocası yapılmıştır. Bu liyakatsizlik ve kibir ulemanın tepkilerine yol açmıştır, ancak padişahın himayesinde olduğu için bu haksız mevkilerde her geçen gün daha da yükselmiştir. Durum o raddeye gelmiştir ki, şeyhülislam bile müdahale etmeye başlamıştır. Anadolu'da sıkça kullanılan “Yarım hoca dinden, yarım hekim candan eder” atasözü burada örnek teşkil etmektedir. Hüseyin Efendi, servet hırsıyla rüşvet karşılığı işler yapmaya başlamıştır. Ahmet Refik Altınay, “Hoca Nüfûzu” adlı eserinde, Tavil Ahmed'in Ankara naibliğine dört bin kuruş, Kadı İsmail'in Kayseri kadılığına üç bin kuruş karşılığında tayin edildiğini yazar. Mülakkab Muslihuddin, Şam kadılığına on dokuz bin kuruşa, Siyami Efendi ise Selanik kadılığına on bin kuruşa atanmıştır. Arpalık kavgası ve mansıp alışverişi rezalet boyutuna çıkmıştır.
Hüseyin Efendi’nin yaptığı suistimaller padişahın kulağına kadar gitmiş ve Sultan İbrahim'in nefretini kazanmıştır. Devletin otoritesine zarar verecek boyuta ulaşması üzerine padişahın himayesinden çıkarılmış, saraydan uzaklaştırılmış ve birçok kez sürgün edilmiştir. Sultan İbrahim’in tahttan indirilmesiyle Cinci Hoca’nın yetkileri tamamen bitmiştir. Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde sonraki süreci şu ifadelerle anlatır: Tahta çıkan yeni padişahın askere vereceği cülûs bahşişi için hazinede para kalmadığından Cinci Hoca'dan iki yüz kese akçe yardımda bulunması istenmiştir. Evliya Çelebi, Sultan İbrahim'in hazineyi Cinci Hoca, Şekerpâre ve Telli Haseki gibi kişilerle harcadığını belirtmektedir. Çünkü bunlar padişahın yanından bir an bile ayrılmamış, padişaha sadrazam ve validesinden daha yakın olmuşlardır. Bu durum, Hüseyin Efendi’nin sonunu hazırlamıştır. Altınlarını vermemekte ısrarcı olmasıyla birlikte Sultan IV. Murad’ın baskıları artmıştır. Birçok zorlamada parasını inkâr etmiş, bazen de ulema kimliğini kullanarak üstünlük kurmaya çalışmıştır. Ancak hepsine karşılık hapis ve işkencelere maruz kalmış, sonunda dayanamayıp sakladığı altın ve paraların yerini söylemek zorunda kalmıştır. Kaynaklara göre 12 gügüm akçe ve 70 bin kuruş para bulunmuştur; tabii daha üstüne kayıtlı hanlar, arazi ve köyler hariç. Cülûs bahşişinin tamamı neredeyse Hüseyin Efendi'nin bu serveti ile karşılanmıştır ve bu olay halk arasında “Cinci akçesi” olarak anılmıştır.
Bu kadar servet saray ve çevresini iyice tedirgin etmiş, halktan da bu haksızlıklar karşısında tepkiler gelmeye başlamıştır. Ulema, Hüseyin Efendi'nin artık bir güvenlik sorunu teşkil ettiğinde mutabık kalmış ve idam edilmesine karar verilmiştir. Târîh-i Naîmâ ve birkaç kaynakta yer alan bilgiye göre, aslında Hüseyin Efendi'nin idam kararı daha önce verilmiş, ancak kılık değiştirerek kaçmasıyla bu gerçekleşmemiştir.
Hüseyin Efendi'nin birkaç yıl içinde elde ettiği bu büyük servete yakından bakacak olursak; Safranbolu'da bulunan Cinci Hamamı, vakfiyelerde annesi adına kayıtlıdır. İstanbul’da bir saraya sahip olmuş, Evliya Çelebi, bu sarayın İstanbul’un en güzel saraylarından biri olduğunu belirtmiştir. Safranbolu’daki Cinci Hanı da Hüseyin Efendi’ye aittir. Her ne kadar kitabesi bulunmadığı için kesin olmamakla birlikte bu hanın Cinci Hoca'ya ait olduğu kabul edilmektedir. Bu mülklerin yanında köyler, mezralar, çiftlikler gibi taşınmazları da vardır.
Tüm bu serveti makam, şöhret ve üfürükçülükle kazanan Hüseyin Efendi, bir sabah idam edilmesiyle her şeyini kaybetmiş, geriye annesinin kurduğu vakıf aracılığıyla Safranbolu’da bazı eserler kalmıştır. Kastamonu’dan saraylara uzanan bu şöhret, kısa bir sürede kibre yenilerek yok olmuştur.