Kısa Ömürlü Furyalar Serisi

İnsanlar yalnızca ihtiyaçlarını değil, aynı zamanda sosyal statülerini, duygularını ve hayallerini de satın alıyor.

Hepimiz o günleri hatırlıyoruz. Mahallemizin köşesinde bir lokmacı dükkânı açılıyor, birkaç hafta sonra sıra dışı bir kuyruk oluşuyor. Sonra bir bakmışsınız, her semtte bir lokmacı! Derken kumpirciler, tavuk pilavcılar… Bir yıl geçiyor ve “Aa, burada ne vardı?” diye hatırlamaya çalışıyoruz. Bu hızlı yükseliş ve düşüş döngüsü, neyi işaret ediyor? Peki, bu “bir varmış, bir yokmuş” hikâyelerinin arkasında ne var? Gelin birlikte bakalım.

Bir ürüne ya da hizmete olan talebin patlaması genellikle bir dizi faktörün birleşimine dayanır: sosyal medya trendleri, etkileyiciler, merak uyandıran yenilikler ve tabii ki hızlı tüketim alışkanlıkları. Örneğin, lokmacı furyasını ele alalım. Sosyal medyada içi dolgulu, renkli ve şatafatlı lokmalar görmeye başladık. Birkaç ünlü isim “Bu tatlı harika!” dedi, biz de denemeye koştuk. İşte bu, modern tüketim toplumunun dinamiklerinden biri: hepimizin yeni olanı deneme isteği!

Bu durum, “moda olan her şey yenidir ve denenmelidir” algısının bir yansıması. Fransız sosyolog Jean Baudrillard’ın “tüketim toplumu” kavramı burada devreye giriyor. Aslında, bir ürünü tüketmiyoruz; onun “vaadini” tüketiyoruz. Yani lokmayı alırken sadece tatlı yemiyoruz; sosyal medyada paylaşacağımız bir anı, olma hissini ve o trendin bir parçası olma duygusunu satın alıyoruz.

Furyaların ömrü neden bu kadar kısa? Bunun birkaç sebebi var. Öncelikle, talep patladığında piyasaya hızla benzer ürünler sürülüyor. Bu da kaliteyi düşürüyor. Her köşe başında açılan bir lokmacı, tavuk pilavcı ya da kumpirci aynı özeni göstermeyince, insanların ilgisi azalıyor. Ayrıca, yeni bir trend hemen ardından geliyor ve önceki trend bir anda “eski moda” ilan ediliyor.

Bu hızlı dönüşüm, aslında daha derin bir sosyal gerçekliğin de işareti. Toplum olarak sürekli yenilik arayışı içindeyiz. Bu da kapitalizmin temel dinamiklerinden biri: arz-talep döngüsü. Üstelik, bir ürüne olan hevesimiz azaldığında, o ürün artık “bize hitap etmeyen” bir şeye dönüşüyor. Bunun psikolojik bir adı bile var: hedonik adaptasyon. Yani, bir şey ne kadar şaşırtıcı ya da güzel olursa olsun, ona alıştığımızda çekiciliğini kaybeder.

Kozmetik sektörü bunun en bariz örneklerinden biri. Bir dönem herkes BB krem peşindeyken, bir anda CC, ardından DD kremler çıkmadı mı? Ya da belirli bir saç boyası trendi bir yılın favorisi olurken, ertesi yıl kimse yüzüne bakmıyor. Burada da aynı mekanizma işliyor: Tüketiciler, bir üründen çok “daha iyi” olduğu iddia edilen bir diğer ürüne yönlendiriliyor.

Bu durum, bize bir yandan bireysel tercihlerimizin ne kadar manipüle edilebilir olduğunu, diğer yandan toplumsal tüketim alışkanlıklarının nasıl şekillendiğini gösteriyor. İnsanlar yalnızca ihtiyaçlarını değil, aynı zamanda sosyal statülerini, duygularını ve hayallerini de satın alıyor.

Peki, Ne Öğreniyoruz?

Bu tür döngüler, aslında modern hayatın hem hızını hem de kırılganlığını gösteriyor. Hızla yükselen popülerlik, aynı hızla sönüyor. Ancak bu döngü, bir yandan da bize neye ihtiyacımız olduğunu sorgulatıyor. Gerçekten o yeni nesil tatlıya mı ihtiyacımız vardı, yoksa sosyal medyada trendin parçası olma hissine mi?

Bir dahaki sefere bir furya ile karşılaştığınızda, durup düşünün: Bu bir moda mı, yoksa bir ihtiyacın yerini mi dolduruyor? Sosyoloji tam da bu noktada devreye giriyor ve bize toplumun aynasını tutuyor. Çünkü tüketim kültürü, aslında kim olduğumuzu ve ne aradığımızı gösteren dev bir laboratuvar.

Siz de yeni bir furya gördüğünüzde bu perspektiften bakmaya ne dersiniz? Kim bilir, belki o “Dubai çikolatası” hikâyesi, aslında sizin hikâyenizdir!