Kitap Eleştiri: İkna- Jane Austen
Anlatımının güzelliğiyle Jane Austen, ölümünden önce yayımladığı İkna ile hepimize Anne ve Frederick'in hikayesini gösteriyor.
Çok sevdiğim ve kalemiyle oluşturduğu dünyalarda gezmekten çok keyif aldığım yazar Jane Austen’in İkna’sı, bazı “tavsiyelerin” insan hayatının seyrini ne derecede etkilediğini ve bunun ayrımının yapılmasının ne kadar hayati olduğunu gösteren bir kitap.
Hepimiz, bir olay yaşadığımızda, bizi etkileyen bir durum ile karşı karşıya kaldığımızda sevdiklerimizin, yakın çevremizin görüşlerinden faydalanmak isteriz. Eğer kişi, kendinden çok emin bir şekilde danıştığımız ya da bahsettiğimiz durum hakkında bir görüş belirtirse, kendimizi sorgular ve dediğinin doğru olduğunu düşünürüz ve yolumuzu kişinin görüşüne göre değiştirebiliriz.
Ancak onlar da insan ve zaman zaman bakış açılarından dolayı yanılıyor olabilirler. Bazı durumlarda “doğru” tek olmayabilir ve başka bakış açılarından doğan cevaplar, bazen bizimle alakalı değil, onların probleminden kaynaklanan bir cevap olur ve bu, aslında bizimle ilgili değil, onlarla ilgilidir.
“İkna” da, tam olarak bununla ilgili ve baş kahramanımız Anne’nin, önem verdiği sebeplerden değil, çevresi adına önemli olan sebeplerden verdiği bir kararın doğurduğu sonuçları ve yarım kalmış bir hikayeyi geç kalınmış bir şekilde nasıl tamamladığını anlatıyor.
Kitabın ilk bölümlerinde Anne’yi çok daha sakin, üzgün ancak kabullenmiş bir ruh haliyle görüyoruz. Ailesinin sahip olduğu ya da olamadığı değerlerden gurur duymuyor ancak rahatsız olduğu herhangi bir şeye karşı müdahaleden uzak bir şekilde, şikayet etmeden çözümcü yaklaşıyor olaylara. Üzüldüğü, sinirlendiği ya da hoşnut olmadığı durumları görüyoruz, bu da Anne’nin karakterinin olgunluğu ve ailesinden iyi anlamda ayrıldığı, sahip olduğu etik değerleri gösteriyor.
Anne, oldukça uyumlu bir karaktere sahip olması ile herkesin gönlünü çelen, sevilen ve saygı duyulan bir kahraman. İddialı değil, kavgacı olmaktan çok uzak. Oldukça sakin ve yumuşak bir ruha sahip. Duygularının arkasından koşturmayan, çevresine danışıp onların fikirlerine güvenen ve “ikna olmaya” müsait bir kişiliğe sahip ancak kendisini yetiştirmiş ve doğruyu yanlışı ayırt edebilen net bir karakter.
Kitabın başından itibaren, Anne’nin mizacını meydana getiren çevreyi ve yaşamında nasıl bir denge kurduğunu görüyoruz. Babası ve kız kardeşine olan tavrı, onu kimseye bir şey kanıtlama çabasında olmadığını, daha çok gözlemci ve uyumlu bir karakter olarak ortaya çıktığını gösteriyor.
Eğer şartlar olmak istemediği yerlerde olmasını gerektiriyorsa kavga gürültüyle bunu lehine çevirme gibi bir çabası yok, sadece olayları ve durumları kabullenip yaşamına devam ediyor. Tıpkı romanın başlangıcından sekiz yıl önce, evlenmek istediği kişi yakın çevresi tarafından uygun görülmeyince onların olumsuz görüşlerini kabullenmesi gibi.
On dokuz yaşındayken, Frederick ile bir ilişki yaşayan ve evlilikle taçlandırmayı isteyen Anne, statüye ve bağlı oldukları aile ilişkilerine, sınıfa son derece önem veren bir aileye sahip olduğundan, bu evlilik çevresi tarafından uygun görülmüyor. Kitabın da ana konusunu oluşturan “ikna” teması bu noktadan başlıyor.
Yakın çevresinin layık bulmadığı Frederick ile evlenmeme hususunda ikna olan ve olumsuz yorumlara hak veren Anne, bu konu hakkında romantik romanlardan beklediğimiz şekilde aşkı için savaşmadan Frederick ile yollarını ayırıyor. Bunun acısını her daim çekmeye devam etse de, bunun yanlış bir şey olduğunu, “ikna”nın güçlü tesirinden dolayı düşünmüyor. Sadece bu aşkın acısını yıllar boyu çekmeye devam ediyor ancak yoğun bir romantiklik ile görmüyoruz bunu. Bu acıyı da mizacına uygun şekilde, şiddetten uzak, sakin, sessiz ve içinden yaşıyor.
Ancak aradan geçen sekiz yıldan sonra hayat, Frederick ve Anne’yi, çevreleri de oldukça yakın olacak şekilde tekrardan karşılaştırıyor. Bu karşılaşmayı ve aralarındaki soyut bağı roman boyunca Anne’nin bakış açısından görüyoruz ve onunla birlikte durumların seyrini izliyoruz. Başta bu karşılaşmadan oldukça acı çeken ve onunla aynı ortamda bulunmak normalmiş rolü yapan Anne, zamanla bu durum hakkında biraz daha iyi hissetmeye başlıyor. Ancak bu sefer kahramanımız, Frederick’in, sevdiği bir arkadaşı ile yakıştırıldığını görmek zorunda kalıyor.
Bu noktada, bir okuyucu olarak en dikkatimi çeken durum, bunca şeye rağmen Anne’nin kimse hakkında hiçbir zaman kötü bir düşünceye sahip olmaması, kimseye karşı fevri bir harekette bulunmaması, her zaman herkesin iyiliğini düşünmesi oldu. Herkese hakkını verecek kadar iyi düşünceli ancak eğer hakkında olumlu bir düşüncesi yoksa da o kişilere karşı nötr kalmayı başarabilen bir karakter olarak Anne bu konuda da herhangi bir müdahaleden ve coşkudan, tutkudan uzaktı.
Bunun yanında, iç dünyasını ancak Anne’nin düşüncelerinde görebildiğimiz Frederick, düşüncelerini çoğu zaman duyamamamıza rağmen hal ve hareketleri ile her zaman Anne’den daha coşkulu bir tavra sahipti. Ancak o da kendisi de ifade etmiş olduğu gibi, kırgınlığı sebebiyle politik bir duruşa sahipti ve eğer ortamda hoşuna gitmeyen bir durum oluyorsa, orayı “teessüf ederek” terk etmeyi tercih ediyordu. Bu sebeple şahsen romanın seyrini pek tahmin edemedim. Sanırım bunu Frederick’in yıllardan beri kalbinde taşıdığı kırgınlığa verebiliriz.
Anne’nin endişelerini, duygularını, düşüncelerini kardeşi Mary gibi fazlasıyla dışarıya vurmak yerine içinde yaşamayı tercih etmesinin altında haklı olarak çevresi yatıyor. Kimseye bir şey kanıtlama çabası içerisinde olmaması, diğer herkesi ya özgür bırakmış ya da uğraşmak istemiyor olması aslında son derece anlaşılır. Ailesi ve yakın çevresi, maddiyata, statüye ve maddi anlamda bir “onur” a son derece önem verirken ve bunun oluşturduğu kaosları, entrikaları yaşıyorken, Anne için böyle şeylerin çok da önemli olmadığını görüyoruz. Bu da, Anne’nin olgun ruhunu gösteren durumlardan biri.
Anne, bahsetmiş olduğum gibi müdahaleden uzak bir karakter ancak net biri olduğunu da görüyoruz aynı zamanda. Sevdiği insanlardan muhabbetini hiçbir zaman esirgemiyor ancak sevmediği durumlara ve kişilere karşı da mesafesini her zaman koruyor.
İkna’yı okurken, bir noktadan sonra belki de romanın konusunun Frederick ve Anne ile ilgisi yoktur diye de aklımdan geçmedi değil. Çünkü kavuşmaları ve birbirleriyle olan etkileşimleri o kadar azdı ki, birlikte olan bölümlerinin daha çok olmasını, son bölümlerde daha sık gördüğümüz geçmişi yad edip birbirlerinin farkında olduklarını belirtmelerini daha çok görmek isterdim.
Ama yine de, Frederick’in düşündüklerini ve amacını anlamanın zaman zaman zor olması romanda okuru heyecanlandıran bir unsurdu. Çünkü romanın sonlarına doğru yapılan itirafı özel kılan da buydu.
İkna’yı okurken en düşündüğüm kavram kader oldu. İki insanın birlikte olması gerekiyorsa er ya da geç, mutlaka doğru bir zamanda tekrar karşılaşıyor, ancak hayat, bu iki insanın yollarını tekrardan kesiştirse de, artık çaba harcamaları ve adım atmaları gerekiyor.
Söz konusu çabanın da, Jane Austen’in romanlarını özel kılan hissiyatlardan biri olduğunu söylersek yanlış olmaz.