"Kültür ve Dil" Kitabı Eleştirisi

Mehmet Kaplan'ın kaleminden çıkmış olan "Kültür ve Dil" adlı eseri eleştiriyoruz.

Mehmet Kaplan tarafından kaleme alınmış “Kültür ve Dil” adlı eser yazarın çeşitli denemelerinin bir arada verildiği deneme türünde bir kitap. Açıkçası yazarın araştırmacı ve

eleştirmen yapısını yazılarında yakalamamak elde değil. Kültür ve dil kapsamında ele alınmış olan denemelerin her birinde yazarın tartışmacı havasını hissedebiliyoruz. Bu konuda bugüne kadar okuduğum denemeler hususunda anlatım yönünden akıcı sayabileceğim metinler kategorisine yerleştirebiliyorum eseri.

Daha özele inecek ve deneme türündeki yazıları spesifik olarak ele alacak olursak dikkatimi çeken ve özellikle bu kitabı okuduktan sonra kitabın ismi her geçtiğinde aklımda direkt oluşacak anahtar kelimeleri detaylandırmak isterim. Yazar, kültürü edebiyattan ve özellikle de dilden ayrılamaz bir parça olarak nitelendiriyor. Dilin bir taşıyıcı olduğuna ise çoğu defa değiniyor ve önemini vurguluyor. Bu çerçeve içerisinde, kültür geçmişten geleceğe uzanan yolculukta dilin aracılık ettiği bir yolcudur.

Neredeyse her denemede ise yeni neslin kültür bakımından geçmişimizi yok saymaması gerektiğini aksine sımsıkı sahiplenmesi gerektiğini okuyoruz. Yazara göre, geçmişini yok sayan ve boş hayaller ile süslü tutkular peşinde koşanlar kültürüne, medeniyetine sahip çıkamaz. Birinci kural: Ecdadına sahip çık.

Bu konuyla bağlantılı olarak ilgimi çeken yazarın en güzel yorumlarından birisi de şöyle: Yazar artık bazı kesimlerin kendi tarihindense batının güzelliklerine daha çok kapıldığından bahsediyor. Ardından da bunu gülünç buluyor ve batıdaki insanların Türk tarihine ve kültürüne çok büyük önem verdiğinden söz ediyor. Aslında burada büyük bir ironi var. Gülünmesi yerine dert edinilmesi gereken bir nokta… Bizim kendi kültürümüze ve tarihimize verdiğimiz önemin yanı sıra yabancıların sarf etmiş olduğu ilgi ve alakanın daha fazla oluşu. Yazar burada açıkçası büyük bir fiyaskoyu diline doluyor. Acayip hoşuma gitti.

Tabi beğendiğim fikirlerin yanında tam olarak katılmadığım yerler de var. Bunlardan birisi Osmanlı’nın yıkılışı ile ilgili değinilmiş bir kısım. Sevgili yazar, kitabın bir sayfasında Osmanlı’nın savaş ve din meselelerine fazla yöneldiği, ticaret masasında aktif olamadığı için yıkıldığını iddia ediyor. Bana göre tamamıyla mantıklı sayılan bir yargı değil.

Zira Osmanlı denen imparatorluk yüzlerce yıllık gücünü ve şanını İslam ve Cihat anlayışına borçlu. Üstelik Osmanlı’nın ilk yıkılış çatırtılarının duyulmasının da ilk defa sefere çıkmayan II. Selim ile başladığı aşikâr. Kim bunu reddedebilir ki? Bu devlet her şeyini savaşarak kazanabilmiş bir devlet. Belki ticari ve stratejik anlamda eksiklik yıkılışta etkili olmuş olabilir. Ancak genel anlamda böyle bir sebebi ileri sürmek tatmin edici değil ve bana kalırsa da yanlış.

Bunun dışında Osmanlıca denen yazı dilinin de üniversitelerde okutulan ölü bir dil olduğu iddia edilen bir cümle var. Yazar, Osmanlıcanın değerli olduğunu ve eskide kaldığını; buna istinaden günümüzde çok az kişinin bu konuda incelemeler yürüttüğünü öne sürüyor. Ancak “ölü bir dil” demek yanlıştır zannımca. Yazar, geçmişten kopmanın kültürü enkaza çevireceğini iddia ederken nasıl olur da geçmişe giden yolda en önemli ışıklardan biri olan bu yazı diline böyle bir yakıştırmada bulunur? Hoş gelmedi. Böyle bir cümleyi gereksiz buldum.

Böyle bir iki kısmı görmezden geldiğimiz zaman genel anlamda kültürün ve dilin önemini çok güzel kavrayabileceğimiz bir kitap olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda Türk Edebiyatı’nın önemli isimleri hakkında da güzel bilgiler edinilebilecek bir kitap. Sadece okurken ki gözlemlerim dahilinde söyleyebilirim ki, yazar bazı isimler hakkında yanlı sayılabilecek yorumlarda bulunuyor. Ama dürüst olmak gerekirse, açık sözlü eleştirel tavrı beni rahatsız etmedi.

Kısacası; deneme türünde okumayı sevenler, biraz düşündürücü anlatıma katlanıp okumaya devam edebilecekler için iyi bir seçim bu kitap.