Laiklik, İslam ve Demokrasi
Laiklik, İslam ve Demokrasi İlişkisi Üzerine...
Avrupa’da laiklik, din savaşlarının bir sonucu olarak imzalanan Vestfalya anlaşması/barışı sonucunda kilise ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını ifade edecek bir şekilde ortaya çıkmıştır. Buna karşın İslam ülkelerinin çoğunda anayasal çerçevede laiklik kabul edilmez. Çünkü İslam ülkelerin de tarihsel bağlamda dini otoriteler ile devlet arasında çatışmayı yansıtan böyle bir süreç yaşanmamıştır.
Sekülerizm olarak ifade edilen prensip veya olgu politik arenada dinin rolünün azaltılmasını ifade eder. Ancak tek bir sekülerizm türü yoktur. Ülkeler bazında sekülerizm anlayışı çeşitlenebilmektedir. Fransa’da özel bir yol olarak laisizim seçilmiş, devlet-kilise ilişkilerinde kesin bir ayrım konması şeklinde benimsenmiş ve uygulanmıştır. Bu kapsamda laisizmin iki tipi olduğu söylenebilir. Fransa ve Türkiye’de laiklik dışlayıcı-militan laiklik çerçevesinde benimsenmiş ve uygulanmıştır. ABD’de ise pasif laiklik anlayışı etkilidir (Özdalga 2016, 268).
Sekülerizmin bu tipleri sert-yumuşak veya güçlü-daha zayıf olarak sınıflandırılır. Bu çerçevede laikliğin benimsenme ve uygulanma açısından üç boyutu olduğu söylenebilir. İlk boyutu anayasa ve yasa yapım sürecinde dinin etkisinin olmamasını ifade eder ki bu sekülerizmin zayıf tipolojisine denk düşer. Sekülerzmin bir üst boyutu ise kamusal ve siyaset alanından dinin ayrılmasını içerir. Sekülerizmin daha güçlü bir boyutu ise cemaatlerde veya toplumda dinin rolünün azaltılmasını içerir. Sekülerizmin en aşırı ucun ise bireysel bazda devlet baskısı ile dinden koparmayı içerir ki bu totaliter bir yaklaşımdır (Özdalga 2016, 268).
Sekülerizmin genel tanımını ve türlerini bu şekilde yaptıktan sonra Türkiye’de gelişim sürecine, demokrasi ve İslam ile ilişkisi çerçevesinde değerlendirebiliriz. Tarihsel olarak bakıldığında Osmanlı-Türk din ilişkilerinde Avrupa’da olduğu gibi İslam kurumları veya örgütleri özerklik sahibi olmadığını görebiliyoruz. Keza, İslam’da din adamları sınıfı olmadığı gibi Osmanlı devlet yapısı içerisinde dini kurumlar direkt olarak dünyevi iktidara bağlı ve denetimi çerçevesinde hareket alanına sahipti. Dini görevliler, atanması, maaş ve azileri bakımından devlete bağımlı idiler. Ayrıca İslam Şeriatında kamu hukuku kurallarının eksikliği nedeniyle hükümet ve idare alanında insan yapımı yani seküler kanunlar egemendi. Buna karşın devletin Şeriat kuralarına tabi olduğu söylenir. Ancak kamu hukuku kuraları bakımından oldukça seküler bir yapıdaydı (Özbudun 2014, 101-102). Osmanlı döneminde laikleşme hareketi modernitenin bir sonucu olarak kurumların laikleştirilmesi kapsamında başladığı görülür (Özdalga 2016, 269). Bu laiklik anlayışı yukarıda belirtilen ilk sekülerizm boyutuna giden ilk adımı yansıtığı söylenebilir.
Laikliğin benimsenmesi ve uygulanması bakımından ikinci dönemi ise Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve tek parti iktidarı dönemine denk gelir. Bu dönemde yüksek laiklik uygulamaları hayata geçirilmiş sadece anayasa ve kanunların yapım sürecinde laikleşme değil, ayrıca siyaset ve kamusal alan, toplumsal alan ve cemaatlerin de laikleştirilmesi için çaba gösterilmiştir (Özdalga 2016, 269).
1950 yılında çok partili hayatta geçiş ile beraber ise laiklik anlayışının benimsenmesi ve uygulanması bakımından iki kesim arasında bölündüğünü ve çeşitlendiğini görmekteyiz. Merkez-sağ partiler ve iktidarlar her zaman ABD türü bir pasif laiklik anlayışını savunurken dışlayıcı laiklik rolünü ise ordu, ana akım medya, CHP, AYM ve yargı organının çoğunluğu oluşturmuştur (Özbudun 2014, 109). Türkiye’de yaşanan temel ayrışım ve çatışma noktası da bu iki kesim arasında yaşanan anlaşmazlıklardan kaynaklanmıştır. Özellikle türban yasağı, imam hatip okulları ve kuran kursları gibi mesellerde çok büyük çatışmalar yaşandığını tarihe baktığımızda görebilmekteyiz. Ancak gelinen 20 yıllık bir dinci gelenekten gelen bir iktidar yukarıda ki tüm kurumları dönüştürerek kendi egemen görüşünü kabul ettirmiş gibi durmaktadır. CHP yönetimsel bazda artık dışlayıcı bir laikliği savunmadığı söylemlerinden belli olmaktadır. AYM üyelerinin çoğunluğu zaten Cumhurbaşkanı ve onun egemen olduğu partice atanmaktadır. Dışlayıcı laikliğe ilişkin son yıllarda verilmiş olan bir karar göze çarpmamaktadır. Ana akım medyanın çoğu zaten çeşitli yöntemlerle ele geçirilmiştir. Yargı organı hükümet sisteminin de değişmesi ile beraber iktidarın talimatları doğrultusunda hareket eder hale gelmiştir.
Türkiye’de laiklik anlayışının demokrasiyi de ileriye taşıdığını görebilmekteyiz. Öncelikle demokrasi prensibi gereği iktidar gücünü tanrıdan değil doğrudan doğruya halktan almalıdır. Bu bakımdan laiklik ile demokrasi presiblerinin birbirini tamamlayan iki ilke olduğunu görebilmekteyiz. Türkiye’de de laiklik her ne kadar bir kısım çevrelerce dışlayıcı bir biçimde uygulanmış ve diğer kesimin aidiyetlerini, inançlarını dışlamış olsa da bu durum çoğunlukla aşılmıştır. Her ülkenin belirli çatışma noktaları olması demokrasi açısından bir gerekliliktir. Önemli olan asgari anlamda bir uzlaşmanın sağlanmasıdır. Yapılan çalışmalara bakıldığında Türk toplumunun cumhuriyet devrimlerine karşı olmadığını ve İslami Şeriat kurallarını kabul eden bir devlet yapısını istemediğini göstermektedir. Bunun temelinde de cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan laiklikleşme ve demokratikleşme adımlarının olduğu ifade edilmektedir (Toprak 2016, 290-291).
Türkiye ve Fransa, her ikisi de dışlayıcı laikliğin iki örneği olarak tarif edilse de temel bir noktada ayrılmaktadırlar. Fransa’da laiklik, din-kilise devlet işlerinde kesin bir ayrıma dayanacak şekilde algılanmış ve uygulanmıştır. Bunun temel sebebi de yukarıda da belirtildiği üzere kilisenin özerk yapısı olmuştur. Buna karşın Türkiye ve Osmanlı’da dini kurumlar, devlet kontrol ve denetimi altında hareket serbestisine sahip olmuştur. Bu kapsamda Türkiye’de cumhuriyet rejimine geçişten sonra devlete bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur, halen de işlev göstermektedir. Anayasa Mahkemesi dahi bir kararında Diyanet İşleri Başkanlığı’nın laiklik ilkesi ile bağdaştığını ifade etmiştir. Aynı yönde ironik bir şekilde örneğin zorunlu din dersi 1982 askeri rejimi sırasında müfredata konarak okutulmaya başlanmıştır (Özbudun 2014, 109). Görüldüğü üzere Türkiye’de laiklik devlet kontrol ve denetiminde din kurumlarının örgütlenmesini ifade eder. Bu yönüyle Fransa laikliğinden ayrılır.
Sonuç olarak, Türkiye toplumu her ne kadar İslami aidiyetleri yüksek bir muhafazakar bir toplum olsa da laikliği devlet yönetiminde benimsemiştir. Türkiye’de İslami referansları esas alan çeşitli partiler görülmüş olsa da hiçbir zaman Ortadoğu da olduğu gibi anayasanın ve kanunların şeriat kuralarına göre oluşturulmasını esas alan siyasal İslamcı bir parti veya hareket görülmemiştir. Yapılan çalışmalar da böyle bir yapının toplumsal karşılığının olmadığını veya çok az olduğunu göstermektedir. Pasif laikliğin bu derece Türkiye özelinde mutabakata varılması İslam inancını benimsemiş olan bir toplumun da demokrasi ile yönetilebileceğini gösteren bir modeli yansıtmaktadır.
Kaynakça
Özbudun, Ergun. 2014. Türkiye'de Demokratikleşme Süreci. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Özdalga, Elisabeth. 2016. «Sekülerizm.» Dünden Bugüne Türkiye içinde, düzenleyen: Metin Heper ve Sabri Sayarı, 268-280. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Toprak, Binnaz. 2016. «Din ve Siyaset.» Dünden Bugüne Türkiye içinde, düzenleyen: Metin Heper ve Sabri Sayarı, 281-292. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.