Martin Eden - Jack London

"Seni kitap okuyan başka adamlarla tanıştıracağım."

"Kitapları okuyorsun ve kendini bir yalnızlığın ortasında buluyorsun. O hâlde, artık kendini yalnız hissetme diye bu gece seni kitap okumuş başka adamlarla tanıştıracağım..."

Ben bu kitabı bitirip her şeyi sindirebildikten sonra yorumlayabildim. Peki şimdi her şey tamam mı? Tabi ki hayır. Okumaya başlarken hem bu kadar güleceğimi hem de yaralanacağımı hiç tahmin etmemiştim.

İlk olarak eser hakkında biraz bilgi vermek istiyorum. Martin Eden, Jack London'ın yarı otobiyografik bir eseridir. Romanın içinde sosyolojik ve ideolojik meseleler çok ağır basıyor. Zaten ana tema sosyolojik ve ideolojik bir temel çerçevesinde şekilleniyor. London farklı sınıflar arasındaki zihniyet ve değer farklarını gözlerimizin önüne sererken, statü ve servetin Amerikan kültüründeki hayati önemine de işaret ediyor.

Öncelikle kitabı okumaya başladığınız ilk andan itibaren ana karakter sizin yakın bir arkadaşınız oluyor. Onunla beraber gülüp, eğlenip, ağlıyorsunuz. Yani benim için öyle olmuştu :)

Martin bir kıza âşık oluyor. Ama bu aşk hem okuduğum hem de izlediğim hiçbir aşk temasına benzer bir şekilde işlenmemişti. Çok bambaşka bir güzellikteydi. Ben de Martin'e ve onun aşkına âşık oldum okurken. Ve aşkı için sürekli çaba göstermesi, kendini geliştirmek istemesi, âşık olduğu kadınla arasındaki sınıf farkını azaltabilmek için sürekli kendinden ve hayatından fedakarlıklar yapması. İnsan okudukça böyle aşka imreniyor.

İdeolojiler, durumlara ve hayata sosyolojik bir açıdan bakış, kişisel değerlendirmeler, içsel hesaplaşmalar oldukça gerçekçi. Yani gerçek hayatta tamamen yaşadığımız veya yaşama olasılığımızın çok yüksek olduğu bir şekilde ele alınmış.

J.London bu eserinde de dili çok yalın, anlaşılır bir biçimde kullanmış. Bu da kitabın kalın olmasını tolere ediyor bence. Çünkü kitabın kalınlığı okuyucuların gözlerini korkutabiliyor lakin kullanılan dil sayesinde çok akıcı bir şekilde ilerleyebiliyorsunuz. Tabi aralarda uzun uzun betimlemelere de yer verilmiş ama bu zaten klasik kitapların olmazsa olmazı değil midir?

Sosyolojik ve ideolojik meselelerin insanın yaşamını kökünden sarsabilecek etkilere sahip olduğunu görebiliyorsunuz. Ve bu olaylar bizzat okuyucuya yaşatılıyormuşçasına aktarılıyor. O psikolojik baskıları, dışlanmayı, yalnız kalmayı, yabancılaşmayı ciddi anlamda sizler de yaşıyorsunuz.

Okurken çok ağlattı beni, hem de hiç beklemediğim kadar. Okuduğum dönem hem yapayalnız hem de kendine bile yabancılaşmış , neyin ne olduğunu sorgulamaktan, her şeyin aslında hiçbir şey olmadığını düşünen biriydim.

Marin Eden'in o çaresizliğini iliklerime kadar hissettim. Beraber o çıkmazlara girdim onunla. O çaresizliğe beraber çözüm yolları aradık. Onun çözümü çok başka oldu benimkisi ise daha başka.

Kitap bittiğinde yollarımız sonsuza kadar ayrıldı. Benim bu kitabı tekrar okumaya maalesef cesaretim yok. Ama bunu çok isterdim. Belki bir gün tekrar onunla hiç tanışmamış ve hikâyesinden bihaber şekilde aynı yola çıkarım.

Son sayfadan sonra sıra da kendinizi ufak bir sorguya çekme meselesi kalıyor. Belki de büyük bir sorgudur.

Benim çıkmazlarım ise şöyle oldu:

Aşk ve sevgi bir koşula mı bağlıydı?

Sevmek ve sevilmek için toplumun belirlediği farklı standart kalıplara mı girmek lazımdı?

Farklı görüşlere sahip olmak saygısızlığı meşru olarak mı görmekti?

Anlaşılmak için sürekli konuşmak mı gerekliydi, susarak da anlaşamaz mıydık?

Altı üstü insan değil miyiz sınıflara ayrılmadan, dışlanmadan şu kısacık ömrümüzün huzurla sonlanmasını neden bekleyemiyoruz?

Aşkı dünyanın en iyi şeyi olarak görüyordu. İçindeki devrimi başlatan, yontulmamış bir denizciyken onu bir öğrenci ve sanatçı haline getiren, dolayısıyla da öğrenim, sanat ve aşk üçlüsü arasında diğer ikisine üstün gelen en büyük ve en güzel şey, AŞKtı.