Merkez: İnsan

Düşünmek hissedebilen bir varlıkta anlam kazanır: insan duyguları olan akıllı bir varlıktır.

Yaşamın insanın etrafında dönmektedir; yaşamın varlığından söz edebilmek için insanın var olması gerekmektedir. Güneşin doğup batması insanın eylemleriyle anlam kazanır. Bitkilerin büyümesi vazoda yerini alınca son bulur. İnsan kendini merkez olarak düşündüğünde varlığını hisseder. Etrafında gelişen olayları kendi için düşündüğü sürece yararlı olduklarına inanır. Sanatı da bilimi de felsefeyi de kendisi için yaratılmış, düzenlenmiş, akıl edinilmiş olarak düşündüğünde kendi kendisini gerçekleştirir. Sanat ve bilim birbirinden ayrı gözükse dahi insanın eylemlerinde birleşir ve birbirlerinden çok da ayrı olmadıkları ortaya çıkar.

Tek başına düşünüldüğünde bilim sayılardan, fizikten ve deneylerden başka pek anlam ifade etmez. Boyalar tuvalde durdukları gibi değildirler ya da notalar rastgele oluşan seslerden ibaret değildir. Bilimin ve sanatın -ki müzik, resim, edebiyat diye ayırmaya gerek yoktur- anlam kazanması için aklını ve duygularını kullanabilen bir canlı tarafından üretilmesi gerekir. Bilim için aklı kullanmak ne kadar değerliyse duyuları kullanabilmek, gözlem yapabilmek de o kadar önemlidir. Yemek yapabilmek için nasıl ki koku alabilmek gerekliyse içerisine eklenen maddelerin kimyasal değişimlerini tespit edebilmek de o derecede gereklidir. Aslında adına bilim ve sanat dediğimiz iki kavram akıl ve bedenin ve ruhun birleşiminden doğan insanın doğal olarak yapabildiği eylemlerdir. Her iki kavramın birbirinden farklı işlevleri olduğu kimilerince düşünülse de birbirinden bağımsız olamayacağını düşünenler de vardır: Whitman gibi ruh ve bedenin birbirinden ayrı olamayacağı görüşü ya da aklın duygularla çalışacağını düşünen Eliot gibi. Düşünür kimliğinden bağımsız aşçı kimliğine bürünmüş Escoffier’in yemeği haz olarak görmesi gibi. Tüm bu görüşlerin yanında eylemlerin nedenlerini araştıran bilim insanlarının da ismi zikredilen yazar ve düşünürlerin benzer sonuçlarına türlü türlü deneyler sayesinde ulaşması gibi. Bir bilim insanı nasıl ki maddelerin formülünü bulabilmek için sayısız gözlem yapıp deney düzenliyorsa bir yazar da kendisini ve çevresini gözetleyerek, ilişkilendirerek ve olanları anlamlandırarak eserini yazar. Sonuca giden yolda kullanılan araçlar birbirilerine pek benzemese de yolun kendisi bir fizik profesörü için de bir felsefe profesörü için de aynıdır. Yapılan deneylerin sonucu geldiğinde görülür ki bundan birkaç yıl önce aynı sonuca varabilecek önermeleri yapan sanatçılar bu dünyada yaşamış. O sanatçılar bir nöroloğun ya da psikoloğun varabileceği sonuçları eserlerinde öngörmüş. Cezanne başlattığı resim akımında ışığın önemini anlatmak istemiş ve çağdaşı veya ondan sonraki dönemlerde mercek ışık arası ilişkileri konu alan makaleler yayımlanmış. Böylece Proust ortaya çıkardığı eserlerde sadece bir romancı değil aynı zamanda bir sinirbilimci olduğunu da ispat etmiş. Bilim ve sanat birbirini tamamlamış.

Sanatçılara kâhin demek bilim insanlarınca kabul edilir gibi durmasa da düşünüş tarzları dolayısıyla eylemlerin nedenlerini belirleyebilmeleri kendilerine verilen bu nitelendirmeyi kabul edilir kılar. Bir psikoloğun çeşitli deneyler sonucunda elde ettiği bilgi, hayvanlar üzerinde denen yöntemlerle canlıların davranışlarının genellenilebileceği teorisi kimi sanatçıların da ilgisini çekmiş ve eserlerinde yer almalarına neden olmuştur. Düşünmek unvanından bağımsız bir insan için çok önemlidir. Düşünmek hissedebilen bir varlıkta anlam kazanır: insan duyguları olan akıllı bir varlıktır.