Mezopotamyanın İncisi: Mardin

Büyülü Şehir Mardin.

Ilık bir ilkbahar günü akşamüstü Eski Mardin’in dar sokaklarında baharat, kahve ve şeker kokularını içime çekerek usul usul yürüyorum. Kalabalığın içinde çeşitli dillerden sesler yükseliyor. Süryani, arap, kürt, türk yerlilerin yanı sıra dünyanın pek çok ülkesinden gelen gezginler, fotoğraf sanatçıları, meraklı turistler görüyorum. Bir an durup yere çöküp, gözlerimi kapatıp ellerimle sıcak taş yola dokunarak geçmişe doğru yolculuk yapabilir miyim, bu topraklardan geçen kavimleri, yaşanan aşkları, savaşları, göçleri içimde hissedebilir miyim diye düşünüyorum. Sonra bir beyaz yakalı olarak çılgınca geliyor kendi iç sesim kulağıma.

Mardin. Altın sarısı dar taş sokaklar, kemerli hanlar, medreseler, manastırlar, camiler, tarih, medeniyet… Anadolunun tüm zenginliklerini tek bir şehirde yaşayabiliyorsunuz. O hafta sonu iki günlük turdan sonra her fırsatta eşime hadi Mardin’e gidelim dediğim,  kaçtığım, sığındığım, sevdiğim şehir… Gezdiğim gördüğüm, yediğim içtiğim benim olsun bir şehri gezerken en çok bana hissettirdiklerini seviyorum. Babil, Asur, Selçuklu, Artuklu ve Osmanlı İmparatorluğu dönemlerinden beri bir yerleşim merkezi olan Mardin Ortadoğunun kadim uygarlıklarının tüm izlerini taşıyor. Gece bir Artuklu Kervansarayında kalıyoruz. Sabah bu büyülü  dünyanın içinde uyandığımızda, fantastik bir filmde köşebaşından süper kahramanlar, canavarlar çıkacakmış gibi dikkatimizi hangi tarafa çevireceğimizi şaşırarak dolaşıyoruz. İlk şoku atlattıktan sonra Mardin merkezdeki Kasımiye Medresesi, Zinciriye Medresesi, Mardin Ulu Cami’yi fotoğraf çekmelere doyamadan geziyoruz. Ardından masadaki tüm yemeklerin şahane olmasından kaynaklı hepsini bir defada bitirmeye çalışan iştahlı bir ergen gibi Deyrulzafaran Manastırı’na oradan Dara Antik kentine gidiyoruz. Günü Bağdadi Restaurantta Mardin’in eşsiz mezeleri ve Mardin kebabı eşliğinde Mardin havaları dinleyerek ve sanki hiç ayaklarımıza karasular inmemişçesine Reyhani oynayan Mardinlilere ayak uydurmaya çalışarak noktalıyoruz. Nerede ne yeriz sorusu Güneydoğu mutfağı için çok gereksiz bence. Çünkü sokak satıcısından tutun ara sokak lokantaları ve en iyi restaurantlara kadar her yer muhteşem lezzetlerle doludur. Ancak gündüz gezerken ara sokaklarda ikram edilen Süryani çöreklerinden ve mavi badem şekerlerinden mutlaka tatmalısınız. Molalarda dibek, menengiç kahveleri ve kaçak çaylar yudumlanmalıdır.

Mardin’e eğer uzun yolculukları seviyorsanız mutlaka araçla gitmelisiniz. Yol size uzun geliyorsa uçakla Mardin’e ulaştıktan ve merkezi bir günde gezdikten sonra Midyat ve çevresini gezmek için araç kiralarsanız tüm bölgeyi rahatlıkla dolaşmış olursunuz. Ertesi sabah Midyat’a doğru yola çıkıyoruz. Midyat’a ulaştığımızda eşimin Süryani arkadaşı Şarben ile bölgeyi gezmeye başlıyoruz. Midyat Mardin’e özgü telkâri işçiliğinin merkezi olarak kabul ediliyor. Eski kent merkezi görüldükten ve gerekli alışverişler yapıldıktan sonra Mor Gabriel Manastırı’na gitmek üzere yola çıkıyoruz. Mor Gabriel Manastırı dünyanın ayakta duran en eski Süryani Ortodoks manastırıdır. 397 yılında Mor Şemun ve Mor Şmuel tarafından kurulmuş ve Süryaniler için ‘ikinci Kudüs’ olarak kabul edilmektedir. ‘Doğu Manastırlarının Güneşi’ olarak kabul edilen Mor Gabriel Manastırı’nda 1600 yıldan fazladır Hz. İsa’nın da konuştuğu dil olan Süryanice (Aramice) dua edilmekte ve ibadet edilmektedir. Bu anlamda Mezopotamya için çok önemlidir. Ayrıca manastır yetiştirmiş olduğu aziz, patrik, rahip, hattat ve öğretmenlerle bölgede önemli bir dini merkezdir. Manastıra gittiğinizde kapıda ücretsiz rehberler beklemekte ve sizi bilgilendirerek gezdirmektedir. Oradan hem biraz serinlemek hem de bir şeyler yemek için Nusaybin sınırına yakın olan Beyaz Su’ya gitmeye karar veriyoruz. Işıl ışıl tertemiz akan minik şelalerin içinde sac kavurmanın ve mis gibi ezme ve salataların tadına doyarak akşam otelimize dönüyoruz.

Tüm bu topraklardan geçen insanların üzerine kendimizi de eklemiş olmanın verdiği huzurla, yeniden kavuşmak dileğiyle terk ediyoruz Mardin’i.