Molière: Kibarlık Budalası

“İnsanları diğerlerinden ayırt eden, akıl ve erdemdir.”

Burjuva ya da soylu karakterler aracılığıyla zamanının geleneklerini ve insanlarını betimlemekten ve onlarla alay etmekten zevk alan Molière’in doğumundan dört yüz yıl sonra, oyunları hala okullarda öğretiliyor ve toplum eleştirisi bugün bile önemini koruyor.

Molière ya da Jean-Baptiste Poquelin, ünlü bir oyun yazarı ve yönetmendir. Bir kraliyet döşemecisinin oğlu olarak 1622’de Paris’te doğan Jean-Baptiste Poquelin, tiyatroya karşı olan tutkusu sayesinde oyuncu olmaya karar verdi. 1644 yılında Illustre Théâtre topluluğunu kurduğunda kendine sahne adı olarak Molière’i vermiştir.

Illustre Théâtre’ın dağılmasından ve 1645’te topluluğunun çektiği ekonomik sıkıntılar ve borçlar nedeniyle bir süre hapiste kalan Molière, Charles Dufresne’in başka bir tiyatrosunda aktris Madeleine Béjart’a katıldı. Fransa genelinde çeşitli yazarların eserlerini sahnelediler. Topluluğun lideri olarak Molière de artık kendi oyunlarını yazmaya, yönetmeye ve oynamaya başladı. Kendisinden önce önemsiz bir tür olarak görülen komediyi yücelterek tiyatroya oldukça önemli bir ivme kazandırdı.

Topluluk, 1658’de Paris’e geri taşındı. Ayrıca XIV. Louis’in kardeşi Philippe d’Orléans’ın desteğini de elde etti. Artık “Troupe de Monsieur” olarak bilinen topluluk Kral’ın huzurunda gösteri yapıyordu. XIV. Louis gösterileri beğendi ve onlara Louvre yakınlarındaki Petit-Bourbon tiyatrosunu tahsis etti.

Ayrıca 1662’de Madeleine Bejart’ın Comte de Modene’den olan kızı Armande Bejart’la evlendi. Üç çocukları oldu; ama bunlardan yalnızca tek bir tanesi hayatta kaldı ve onun vaftiz babası kral XIV. Louis’tir.

Molière ve topluluğu, tiyatro, müzik ve dansı birleştiren komedi-bale oyunlarını birlikte icat ettiği Floransalı müzisyen Jean-Baptiste Lully gibi diğer sanatçılarla birlikte çalıştı. Pierre Beauchamp’ın da koreograf olarak yer aldığı bu iş birliği ile ‘’Kibarlık Budalası, Münasebetsizler, Şanlı Aşıklar ve George Dandin’’ eserleri doğmuştur.

1673’te verem hastası olan Molière, son oyunu Hastalık Hastası’nda başrol oynarken sahnede öksürük kriziyle yere yığıldı. Oyunu tamamladıktan sonra evindeyken gelen ikinci krizi atlatamayarak maalesef 51 yaşında aramızdan ayrıldı.

Peki, nedir bu kibarlık budalasını bu kadar özel kılan şey?

Kimilerine göre Fransa’nın Güneş Kral’ı XIV. Louis’in kimilerine göre ise dönemin maliye bakanı Colbert’in bizzat yazılmasını emrettiği rivayet edilen bu hiciv aslında gizliden gizliye bir anlam taşımaktadır. Dönemin Osmanlı elçisi Nüktedan Süleyman Ağa Paris’teyken karşılandığı tören karşısında kayıtsız kalıp beklenilen beğenileri sunmayınca üstüne üstlük bir de Osmanlı Sarayının daha güzel olduğunu söyleyince işte tam bu noktada ortaya bu gülünç bale çıkmıştır. 

Molière bu oyununda da diğer oyunlarında olduğu gibi toplumsal sınıf farkını ve sosyal tırmanışı tiye almıştır. Basit bir burjuva olan Mösyö Jourdain bir gün soylu olmaya yoğun bir ihtiras duymaktadır. Soylu insanlar gibi kültürlü olmak için kendine birden çok eğitmen tutarak cehaletini gidermeye çalışsa da bu kişilerin gözü onun parasındadır. Terzisine özel olarak diktirdiği aşırı abartılı kıyafetler giyerek kendini soylu gibi gören Jourdain aptallığıyla herkesin alay konusudur. Bu sırada bir üçkağıtçı olan Kont Dorante ise ondan asla geri ödemeyeceği borçlar alarak durmaksızın para koparma peşindedir.

Kızını soylu biriyle evlendirip asilzade olma hayalleri kuran Mösyö Jourdain’inin kızının onaylamadığı bir ilişkisi vardır. Kızının evliliğine sadece soylu biri olduğu müddetçe izin vereceğinden Cléonte isimli bu genç kendini bir Türk asilzade gibi tanıtarak Mösyö Jourdain’i kandırır. Mösyö Jourdain ile tanışıp ona “mamamouchi” (bir çeşit uydurma şövalye) ünvanı vermek ve hatta damadı olmak istemektedir. Koltukları kabaran Mösyö Jourdain hemen bu fırsatı değerlendirir ve sahte bir Türk töreni yapılır. Jourdain “mamamouchi” olur. Sözde Türk asilzade olan Cléonte bir Türk gibi giyinerek son iki perdede durmaksızın alay ederek anlamsız cümleler ve uydurma kelimelerle Jourdain’i kandırır.

Anlıyoruz ki Osmanlı İmparatorluğu’nun o dönemki önemi evrensel bir boyuttaydı ayrıca fiziksel olarak boy göstermek yerine sadece edebi alanla yetinmeleri Türklerden nasıl korkulduğunu da apaçık ortaya koymaktadır.