Muhafazakârlaşan Türkiye'de Kadın Olmak ve Kadına Yönelik Şiddetin Politik Tarafı

Kadına Yönelik Şiddetin "Önlenemeyen" Politik Tarafı.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kuruluş sürecinden bu yana, kadının toplumdaki yerinin bu kadar metalaştırıldığı başka bir dönem daha olmamıştır.

Özellikle son birkaç yıldır giderek muhafazakârlaşan toplumun belli bir kesiminin bu ataerkil düzende söz hakkı tanımadığı biz kadınlara uygulanan psikolojik, cinsel, sosyal ve fiziksel her türlü şiddetin ulaştığı korkunç boyutlarla yüzleşiyoruz.

Türkiye’de bir kadın doğduğu andan itibaren hayatının yönetimini kendinden başka herkese teslim ediyor. Dışarıya adımımızı attığımızda başlıyor toplumun bizimle mesaisi, sokaktan geçen herhangi bir insan bile hayatımızla alakalı fikir beyan edebilme, medeni hâlimize göre kimlerle görüşüp görüşmeyeceğimize karışabilme, hatta giydiğimiz kıyafeti ya da ağzımızdan çıkan sözü, kendi standartlarına uymuyorsa şayet, eleştirebilme hakkını kendinde görüyor. Kadınlara yönelik yapılan bu “eleştiriler” çoğu zaman mobbing gibi korkutucu boyutlara ulaşıyor. Okul yaşantısında, iş hayatında, duygusal ilişkilerinde, hatta kimi zaman aile içinde, hayatının her evresinde bu tür şiddet eylemleriyle karşılaşan biz kadınlar, bu konuda artık kalıcı bir çözüm arıyor ve her geçen gün kısıtlanan özgürlüklerimizle var olma çabamızı sürdürüyoruz.

Aslında bize biçilen toplumsal cinsiyet rollerinin kadın ve erkek arasındaki güç eşitsizliğine bağlanmış olması, yaşadığımız coğrafyada ne kadar kapana kısıldığımızın en gerçekçi örneği. Dünyaya gelirken sahip olduğumuz biyolojik kimliklerden ziyade, bize biçilen giydirilmiş kimliklerle de yaşamayı öğrenmeye zorlanıyoruz.

Örneğin anne kimliği.

“Her kadın bir annedir aslında.”

“Her kadın evlenmeli, bir yuva kurmalı, çocuk sahibi olmalı.”

Hayır. Her kadın bir anne değildir. Her kadın anne olmayı istemeyebilir. Anne olmak zorunda da değildir. Tıpkı evlenmek ya da bir erkeğin himayesi altında yaşamak zorunda olmadığı gibi. Üstelik hayatıyla ilgili aldığı ve alacağı kararlarda kendisi dışında hiç kimseye bir sorumluluğu yoktur, yürümek istediği yolda, içinde bulunduğu toplum, çoğunluk olan kesim ya da yaşadığı çevre değil, yalnızca kendisi söz sahibidir. Ama özellikle son yirmi yılda zirve yapan kadınlara yönelik psikolojik ve fiziksel şiddetin boyutlarına bakarsak gelinen noktada iktidarın politikası ve kadın kimliğine bakış açısı da bu tablonun oluşumundaki baş faktörlerden elbette.

Öyle ki, iktidar partisinin, özellikle 61. Hükümet Dönemi’nden itibaren muhafazakâr kimliklerinin hedefinin kadına ve onun toplumdaki yerine yöneldiğini görüyoruz.

Bizleri kendi düşünce yapılarına uygun kalıplara sokmak istediklerini, çalışmak, üretmek ve kendi ayaklarımız üzerinde durmak istediğimizde toplum tarafından dışlanmaya müsait olduğumuzu, üzerimize yalnızca “evinin kadını, çocuklarının annesi” etiketi yapıştırmaya çalıştıklarını, bu ve bunun gibi etiketleri taşımayı reddettiğimizde de iktidar ve ona yakın olan muhafazakâr kesim tarafından açık hedef hâline getirildiğimizi söylemek mümkün.

Ülkedeki “önlenemeyen” kadın cinayetleri, tacizleri, tecavüzleri ve kadına yönelik her türlü psikolojik ve fiziksel şiddet içeren eylemler; faillerin işledikleri suçların bir yaptırımının olmayacağına olan “politik güvenleri” ile doğru orantılı.

Örneğin; lise öğrencisi Münevver Karabulut'un 3 Mart 2009 tarihinde Cem Garipoğlu tarafından öldürülmesi.

Dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah cinayetle ilgili Münevver Karabulut’un ailesi için “kızlarına sahip çıksalarmış” ifadesini kullanırken, dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yorumu ise “kendi başına bırakılan ya davulcuya ya zurnacıya” tarzı kadınların özgürlüklerini kısıtlayacak, kadınlar üzerinde ailenin, toplumun baskı kurmasına neden olacak, her türlü saldırganı kadınlara karşı şiddet uygulamak üzere cesaretlendirecek ve kadın cinayetlerini politikleştirecek bir söylem olarak tarihe geçmişti.

İktidarın bu fail yanlısı ve kadınları toplum tarafından açık hedef hâline getiren politikası, zamanla bizim için çok tehlikeli boyutlara ulaştı.

Zanlılar duruşmalarına takım elbiseleriyle geldiler örneğin, hakim ve savcılarımız çok etkilendi bu örnek davranışlardan, iyi hâl indirimi de kaçınılmaz oldu böylelikle. Yetmedi; tacizde, tecavüzde, her türlü şiddet eyleminde suçlanan taraf kadınlar oldu;

“Bir tane kız mıdır, kadın mıdır bilemem.”
Recep Tayyip Erdoğan / Dilşat Aktaş hakkında.


“Tecavüze uğrayan doğursun, gerekirse devlet bakar.”

Recep Akdağ / Dönemin Sağlık Bakanı kürtaj tartışmaları hakkında.


“Kadına şiddet abartılıyor.”

Recep Tayyip Erdoğan /Artan kadın cinayetleri hakkında.


“Tecavüzcü, kürtaj yaptıran tecavüz kurbanından daha masum.”

Ayhan Sefer Üstün / Eski AKP Milletvekili.


“Kadın ahlaklı olsun, kürtaj yapmak zorunda kalmasın.”

Melih Gökçek / Eski Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı.


“Medya olayları abartıyor. Kadına yönelik şiddet algıda seçicilik.”

Fatma Şahin / Eski Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı.


“Evdeki işler yetmiyor mu?”

Veysel Eroğlu / Eski Çevre ve Orman Bakanı / Kendisinden iş isteyen kadına.


“Kadınlar iş aradığı için işsizlik yüksek.”

Mehmet Şimşek / Ekonomi Bakanı.


“Türk kadını evinin süsüdür.”

Vecdi Gönül / Eski Milli Savunma Bakanı.


“Kadınsa o da iffetli olacak. Mahrem namahrem bilecek. Herkesin içerisinde kahkaha atmayacak, bütün hareketlerinde cazibedar olmayacak.”

Bülent Arınç / Eski Başbakan Yardımcısı.


Bu eril zihniyetin kadınlar üzerinde söz sahibi olma ve tahakküm kurma hakkı her geçen gün artmaya devam ederken, üstelik bu söylemler alenen ya da dolaylı bir şekilde hükümet tarafından desteklenirken, kadın şiddeti ve cinayetlerinin politikliği görmezden gelinemeyecek boyutlara ulaştı.

Her gün evinde, iş yerinde, aile içinde, tanıdığı ya da tanımadığı birileri tarafından fiziksel, psikolojik ve cinsel şiddete maruz kalan, hakkı olan güvenli yaşam olanağına ulaşamayan onlarca kadının sesinin duyulması için herkesten önce devletin ve seçilmiş yönetenlerin toplumdaki farkındalık düzeyini yıktıkları gibi, yeniden inşa etmeleri gerekiyor.

Siyasetçilerin, toplumun, hatta çoğu zaman medyanın bile kafasını çevirdiği bu kadın kıyımına dur denmesi artık yalnızca temenni olmaktan çıkmalı, yaşam haklarımızı korumak adına gerçek ve samimi adımlar atılmalı. Bir kadının hayatı; bir erkeğin anlık gözünün dönmesi, öfkesini kontrol edememesi, kıskançlık krizi, namus meselesi, erkeklik gururu gibi “mazeretlere” bağlı olmamalı.

Yaşam alanlarımıza müdahale edilen, bireysel hak ve özgürlüklerimizi elimizden almak isteyen bir güruha karşı kadınları koruyan etkili bir yasa tasarısı ya da bir devlet yaptırımı da yok. Olanlardan da birkaç siyasi hesap yüzünden mahrum bırakılıyoruz üstelik. Bunun en büyük örneği, İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı "Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun".

Ülkemizde kadın olmak, kadın olarak yaşamak ve var oluş mücadelesi vermek yeteri kadar zor iken, İstanbul Sözleşmesi gibi kadın beyanını esas alan ve kadın haklarını koruyan bir sözleşmenin -sözleşmeyi imzalayan ilk ülke Türkiye Cumhuriyeti olmasına rağmen- 20 Mart 2021 tarihinde Resmî Gazete'de yayımlanan 3718 sayılı cumhurbaşkanı kararı sonucunda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından feshedilmesine karar verildi.

Kadınların bu ülkede rahat nefes alabilmesi, okuması, çalışması, kendini güvende hissetmesi, her şeyden önemlisi, hayatta kalması için gerekli şartların sağlanması; kadınlara sunulan bir lütuf değil, devletin asli görevi iken, iktidar mensupları tarafından yapılan bu "düzenlemeyle" Türkiye'de yaşayan her kadın için sokaklar artık daha da tekinsiz ve oldukça karanlık.

Yaşam hürriyetimizin birileri tarafından elimizden alınması bu kadar kolay olmamalı. Ömürleri boyunca eril bir hapishanenin içinde yaşıyor gibi hissettirilen her kadın ve kız çocuğu için, hesap sorulmalı.

Yitip giden onca kadına, geride bıraktıkları hayatlarına borcumuz var. Başka kadınlar hayattan koparılmasın diye, sesini duyuramadığı için erkek şiddetine boyun eğen, korkan, sindirilen, korunmayan bütün kadınlara temel hakları olan kişisel özgürlükleri geri verilsin diye, şiddeti yaşayan bir sonraki “kurban” biz olmayalım diye, bizler hayatlarımızı değil, onlar zihniyetlerini değiştirsinler diye,

Korkmadan sokaklarda yürüyebilelim diye,

Bir kez olsun "inanılan" olalım diye;

Kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri politiktir!