NEW YORK’DA BİR İNGİLİZ ADAM

 Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim (Nazım Hikmet Ran)

İzole bir hayat sürüp yalnız kalmak mı yoksa asimile olup değerlerini yitirmek mi? Bu iki seçenek dışında bir opsiyon yok mu, acaba? Yurtlarını bırakıp, kendi iradeleri dışında el diyarlara gitmek  ve orada sığınmacı olarak yaşamak zorunda bırakılan insanlar için… En iyi çözüm yolları mı bunlar? Eğer en iyi oldukları varsayılırsa, ne kadar insancıllar? Aslında, insancıl olmayan problemin kökünde saklı. Neden bu insanlar yurtlarını terk etmek zorunda bırakılıyor? Neden devletlerin günahlarının bedelini, tıpkı anne ve babasının günahlarının bedeliyle yüzleşmek zorunda kalan masum çocuklar gibi, bu insanlar ödemek zorunda bırakılıyor? 

“Göç”, kendisi için yapılan somut tanımlamaların, “Savaş, hastalık, ekonomik buhran, siyasi gerilim, toplum düzeninin bozulması gibi durumlarda, aile ya da toplum olarak, bulundukları vatanı veya bölgeyi terk ederek yeni bir ülkeye veya bölgeye taşınma durumuna göç denir (Göçmenlik Bürosu Tanımı)”[1]. Ötesinde yüzleşmesi oldukça acı veren soyut gerçekliklerle derdini anlatmaya çalışıyor bir şekilde. Soyut gerçekliklerle, somut acıları gün yüzüne çıkarıyor. Bunu yaparken de kendini anlatabilmek uğruna tekrar tekrar aynı acıları yaşayıp,ağır bedeller ödeme zorunda kalıyor. Bir de diğer sosyolojik değerler öyle bir sırtına biniyor ki; halihazırda zayıf bacakları ile koca gövdesini ayakta tutmaya çalışan göçün, dizlerinin üstüne düşmesi an melesesi. Ya silkinip kalkacak, haklarını savunacak sonuna kadar ya da bir kere dizlerinin üstüne düştü mü sürünerek yaşamak zounda kalacak.

Yönetmenliğini Diad Zoueri'nin yaptığı “Insult[2]” filmi mülteci sorununun sadece mülteci sorunu olmayıp nasıl farklı sosyal, kültürel, dini ve etnik dinamiklerle de şekillenebileceğini bir kez daha gözler önüne seren önemli filmlerden biri olarak görülebilir. Belki de mülteci olmanın ağırlığını hissetmek için sadece politik çerçeveden değil de aynı zamanda insanı çerçeveden bakmanın ne kadar önemli olduğu gerçeği ile insanları yüzleştiren bu film, mülteci sorununun çoklu dinamiklerle döneme göre sorgulanması gerektiğini gösteriyor denebilir. 

Yönetmenliğini Jean- Pierre Dardenne ve Luc Dardenne’nin yaptığı “La Promisse[3]” filmi de mülteci sorununun nasıl bir toplumsal vicdani konu olabilceğini, küçük bir çocuğun kendi ile olan vicdanı muhasebesine dayanarak anlatıyor. Yaşana iç hesaplaşmanın aslında tüm insanlığa mal edilebilceğini gözler önüne seren filmde de yine mülteci olmanın, bir sığınmacı gibi yaşamanın zorluğunu bu sefer farklı dinamikleri olan bir toplumun bakış  açısı gösteriyor.

İki film için aynı tema üzerinden iki faklı dinamikle olayların geliştiği söylenebilir. Birinde sana en yakın olan toplum senin düşmanın gibi davranırken, diğerinde bambaşka sosyal dinamikleri olan bir toplumda “öteki” olmanın zorlukları hem benzer hem de farklı açılardan ele alınıyor. “Insult” filmi, Ortadoğu’nun “Burda yabancı istemezler ama kendilerinden olanı hiç istemezler.” algoritmasının sorgulanmasını, derinliğine yansıtmaya çalışırken, “La Promisse” filminde görüyoruz ki, kendine daha yabancı bir toplumda olmak ile daha yakın toplumda olmak aslında aynı şeye eş değer. Kısacası, her türlü, insan kabuğunu terk ediyor ve gittikçe gaddarlaşan dış dünyaya karşı daha da korunmasız hala geliyor. Bu iki film, göç etmek zorunda kalıp, başka toplumlarda “uzaylı” haline gelen insanların yaşamlarının hüzünlerini, kederlerini paylaşıyor. 

Göç ve mülteci konusuna dair çok fazla incelenebilecek, üzerine tartışılabilecek filmler bulunmasına rağmen, inanıyorum ki gerçekliklerle olan ilintisi ile gerçeğe farklı yönetmenlerin farklı pencerelerle ışık tutmasıyla yukarıdaki filmlerin dokunduğu noktalar gerçek anlamda işleyişin aslında kıta fark etmeksizin nasıl acı verici olduğunu bir nebze de olsa göstermeye çalışıyor.

Edmond Jabes’in de dediği gibi “Evsizlik, dünyanın kaderi olmaya doğru gidiyor.” [4] her ne kadar çok klasikleşmiş bir söylem olsa da “globalleşen” bu dünyada, globalizm genel tanımlarından da anlaşılacağı üzere, dünya artık sınırların gittikçe belirsizleştiği bir yer haline geliyor. Fakat bu durumun asıl sınırları ördüğü gerçeği bilerek ya da “bilmeyerek” göz ardı ediliyor. Gittikçe azalan devletler arası savaşların yerini alan iç savaşlar bu yıkımın en büyük tablosunu gözler önünün seriyor. Öyleki son yılların en büyük sorunlarından biri haline gelen bu mülteci sorunun kök sebebinin buraya uzandığını söylemek yanlış olmaz. Jabes’in de dediği gibi büyük, global kapsayıcı bir dünya yaratılmak istenirken aslında yaratılan dünya kimsenin çatısının kalmayacağı bir dünya olmakta. Bir yandan insanların birbirine bağımlılığı yaratılırken öte yandan onların daha çok ayrıştırıldığı, ötekileştirilip, marjinalleştirildiği bir dünya… Tüm bunları gözlerimiz önüne seren en doğru görsel olan  “Göç” ... İnsanlar acılarından kaçıp, mavi umutlarla , onları neyin beklediğini dahi bilmeden, dipsiz bir kuyuya girer gibi,daha büyük acılara yelken açmak zorunda kalıyorlar. O büyük acılarsa, kapanmaz, kabuk bağlayamayan birer yara oluyor ömürlerinde. Tam olarak bu noktada inanıyorum ki bu iki film, “Ufak da olsa bir umut var mı acaba?” sorusunu sosyal, toplumsal ve politik dinamikler etrafından sorgulamamızı, farklı noktalarda durup konuya bakmamızı sağlıyor.

Filmlerin verdiği mesajlar yanında, inanıyorum ki bu iki film faklı kültürlerden gelen iki yönetmenin aynı temaya sahip iki konuyu nasıl benzer bir şekilde, gerçekliklerle olan ilişkiyi bozmamaya çalışarak ele aldığının güzel bir örneği olabilir. Yönetmenlerden biri, Jean- Pierre Dardenne ve Luc Dardenne, Avrupa kökenli bir yönetmen olmasına ragmen tarafıszca, aydınlığın beşiği olarak görülen Avrupa’nın aslında makyajı silindiğinde tüm ışıltısını kaybettiğini gösterirken; diğer yönetmen, Ziad Doueiri, Lübnan asıllı bir yönetmen olmasına rağmen objektif bir şekilde pro- Lübnan tutumdan kaçınarak konuyu daha insancıl boyutu ile ele almıştır. Aslında bu açıdan bakıldığında, Hollywood’ a özgü çizgilerden biri olan pro- Amerikan gibi bir pro-Lübnan ya da pro- Avruapa algısından ziyade herhangi bir tarafın bakış açısından değil de, karşılıklı çatışmalar ekseninde bir algı yaratıldığı söylenebilir. Tabi bu olumlamalar yanındna birtakım olumsuz argumanlarında sunulmasının gerektiğini söyleyebilirim. Mesela, bazı karakterlerin daha iyi yansıltılması adına o kişilere birtakım travmaların eklenmesi gibi. Fakat bu tarz durumlar eleştirilebilecek olsa da, olayın ele alınışı içinde güzelce harmanlanarak güzel çatışmalar için  baz oluşturabilir.

Yaratılan alışılmışlığın dışında, “ticari” film anlayışından farklı olarak “sanat” filmi algısıyla gösterilen bu filmlerin, farklılığının incelenmesi, bunların seçilmesindeki amaçlardan biri olarak gösterilebilir. Peki, neden karşılaştırma kapsamından bir Avrupa sineması bir Hollywood seçilmediği sorusuna ise, Hollywood filmlerinin alışılagelmiş  monotonluğunun bilincinin bizlere aşılanmış olduğunu söyleyebilirim. O nedenle bir Ortadoğu bir de Avrupa filmi seçmenin daha doğru olacağını düşündüm. Tabi şunu da söylemekte fayda var ki, yaratılan “Avrupa” filmi, festival filmi algısı da belli bir noktadan sonra aslında Hollywood karşısında bir dinamik olarak belirli algılarla karşımıza sunulduğu söylenebilir. Basit örnek vermek gerekirse, daha sanatsal dinamiklerle oynaması ya da cinsellik konusunda olabildiğince gerçekçi sahneleri barındırması vs sayılabilir. [5] Bunların dışında, bu iki filmi gerçekliğe yakınlığı ve bakış açısı çekimi vs konularında incelerken karşılaştırma yapmanın rahat olabilceğini düşündüğüm için iki filmin sinematografik analizindeki benzerlik ve karşıtlıkları daha kolay görmenin mümkün olabileceğini söyleyebilirim. Ayrıca daha önemli olarak aynı temaların farklı iki yönetmen ile, farklı kökenlere sahip, nasıl, aynı mı farklı mı perspektifden, anlatıldığını göstermek isterim. Hele ki bu yönetmenlerden biri Amerika’da eğitim gören bir Lübnan asıllı olduğu düşünülürse. Kullandığı açılar, olaylar ve bu kamera perspektiflerinin bunlarla uyumu, Amerika ile olan benzerliği ya da karşıtlığı vs analiz etmenin güzel bir sonuç çıkaracağına inanıyorum. Özellikle bazı sahnelerde Amerikan tiyatral mahkeme havasının üst düzey olması gibi sahneleri her iki film içinde inceleyip, bunlara göre analiz yapmak farklı sonuçlar üretebilir.

Kısaca, metnin adına da değinecek olursam, bu adı seçmemdeki nedeni şöyle açıklamam mümkün olabilir.  Sting’in sözleri anlamlı, Amerika’da bir İngiliz olmanın zorluğunu derinlikli olarak anlatan güzel parçanın,” Englishman in New York”[6], 60’lara kadar Amerika’da yaşayan İngilizler’in bu “Uzaylı” algısına maruz kalmasının yadsınamaz gerçekliği hakkındaki düşüncem olabilir. Hatta şöyle ki filmlerden Insult’a ithafen aslında burda da geçmişte yatan bir travma, Amerika’nın İngiliz kolonisi olması gerçeği, olduğu algısı ile meşrulaştırma yoluna gidildiği söylenebilir. Bu nedenle inanıyorum ki, bu şarkıdan yola çıkarak oluşturulan bu başlığın konuyu derinlemesine anlamada etkisi olacağı yargısına varılabilir.

Toparlamak gerekirse, gerek konuyu ele alış biçimleri, gerekse çekim metodları açısından etkileyici olan ve birçok festivalde ödül almış olan, hatta “Insult” filmi en iyi yabancı sinema dalından Oscar’a aday gösterildi, bu iki filmi seçmemin nedeni konuyu global olmaktan çıkarıp, farklı toplumlara indirgemekle konunun boyutunun ne kadar değişeceğini ya da değişmeyeceğini göstermek denilebilir. Yani toplumsal dinamikler -ekonomi, politika, din vs- konuyu ne boyutta etkiliyor ve konuyu tüm insanlığa mal ettiğimiz zaman değişen bir şey oluyor mu yoksa her şey hala aynı mı kalıyor? Aslında bir nevi sorunun kaynağına ışık tutmaya çalışacak olan çalışma -sorun toplum mu, birey mi yoksa insanlık alemi mi- kullanılan sinemtografik tekniklerin yansımasıyla aslında  olayı daha da derinleştirip başka bir perspektif kazandırıyor, denilebilir.

KAYNAKÇA

Carens, Joseph H. "Realistic and Idealistic Approaches to the Ethics of Migration." The International Migration Review 30, no.1 (Spring,1996): 156                   doi:http://dx.doi.org/10.2307/2547465.                 https://search.proquest.com/docview/215277847?accountid=12251.

Chambers, Lain. “Göç, Kültür, Kimlik”. İsmail Türkmen & Mehmet Beşikçi (çev.).            İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2014

Ibrahim, Jennifer. "The Discrimination Against Palestinian Refugees Living in     Lebanon." Palestine -    Israel Journal of Politics, Economic, Culture 15, no.1             (2008): 83-90.

            https://search.proquest.com/docview/235672707?accountid=12251.

McCann, Paul. "The Role of UNRWA and the Palestine Refugees." Palestine - Israel       Journal of Politics, Economics, and Culture 15/16 no.4 (08,2009): 83-89.

            https://search.proquest.com/docview/235696601?accountid=12251.

Ran, Nazım Hikmet. “Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim”. İstanbul: Yapıkredi Yayınları,     2018

Ryan,Keller; Micheal, Douglas. “Politik Kamera”. Elif Özsayar (çev.). İstanbul: Ayrıntı      Yayınları, 2016

"United Nations General Assembly." Palestine - Israel Journal of Politics, Economics,     and Culture 15/16 no.4 (08,2009): 170-186.                  

            https://search.proquest.com/docview/235711671?accountid=12251.

Zayyad, Ziad Abu and Hillel Schenker. "Palestinian Refugees and the Two-State Solution: Findings and   Recommendations of an Expert Roundtable             Discussion." Palestine - Israel Journal of Politics,           Economics, and Culture (12,      2009): 1-28.                  https://search.proquest.com/docview/670278467?accountid=12251.


[1] “Göç Nedir?, Göçmen Büro, https://gocmenburo.com/goc-nedir/

[2] Ziad Doueiri, (2017, Lübnan: Rachid Bouchareb, Jean Brehat)

[3] Jean- Pierre Dardenne & Luc Dardenne, La Promisse, (1996, Belçika, Fransa, Lüksemburg: Hassan Daldoul,Luc Dardenne)

[4] Lain Chambers, “Göç, Kültür, Kimlik”, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2014, sayfa 12.

[5] “Sinematografi Temel Ögeleri”, Sinemaplusakademi, https://www.sineplusakademi.com/sinematografi-temel-ogeleri/

[6] Sting, “Englishman İn New York”, Albüm: Nothing Like The Sun, 1987, https://www.youtube.com/watch?v=d27gT

ppAyk