''O Mayıs Günü Kalkan Saat Yedi Vapuru''
Oktay Akbal, Şair Arkadaşlarım
Küçük yaşlarından itibaren yazınla ilgilense de Oktay Akbal için kendisini öykünün yolculuğuna çıkaran gemi Sait Faik'in Semaver'iydi.
Edebiyat yolculuğunu alevlendiren bu olayı Akbal, Asım Bezirci’ye şöyle aktarmıştır:
“Dokuzuncu sınıftayız. [Nurullah] Ataç bir gün okula gelmiş, bir konuşma yapmış, Ömer Seyfettin’in iyi bir öykücü olmadığını söylemişti. Şaşmıştık, kızmıştık. Ama düşüncelere de dalmıştık. Epey zengindi okulun kitaplığı. Bir gün raflarda Semaver’i buldum. Okumaya başladım. ‘İpek Mendil, Bohça’ gibi hikâyeler hem şaşırttı beni hem de kendine çekti. O güne dek yazdığım Esat Mahmut, Kerime Nadir öykünmesi öyküleri bir yana bırakmak gerektiğini hissettim. Edebiyat değildi bunlar. […] Başka şeyler yazmalıydım, kendime vergi şeyler.”
Aynı zamanda tercüman ve gazeteci kimliği de olan Akbal, lise yıllarında çıkardıkları ''Doğu'' dergisinde sıklıkla Sait Faik, Orhan Veli ve Sabahattin Ali'den bahseder ve yazılarına kendince hakkını vermeye çalışır. Artık o da bir şeyler yazmalı, bu adamların yaşadığı dünyaya bir adım atmalıydı. Okulun kütüphanesinde rast geldiği bu adam, onun yazın hayatını şekillendirecekti. Nereden bilebilirdi ki?
Sait Faik’le ilk defa tozlu bir okul kitaplığı rafında karşılaştım. Henüz ortaokul sıralarındaydım. Her öğle vakti bu köhne kitaplığa koşar, elime ne geçerse okurdum. Semaver’i görür görmez elimi uzatıp aldım. Kim bilir belki de Semaver diye adı olan bir kitabın nasıl bir şey olabileceğini merak etmiştim. Sait Faik adını ilk defa görüyordum. İki yıl önce çıkmış bu kitabı oracıkta okumaya başladım. Daha önce okuduklarıma, sınıfta bize öğretilenlere hiç benzemeyen şeylerdi bunlar. Hiç bu kadar önemsiz, basit insanlar ve konular için hikâye yazılır mıydı?
Elbette ki bu hayranlık bir noktada dostluğa dönüşecekti. O içine işleyen, daha önce bir benzerini dahi görmediği, yepyeni şeyleri yazan ellerle tanışacaktı.
Aradan birkaç yıl geçtikten sonra Sait’le tanıştım. Önceleri arkadaşlığımız kolay olmadı. Kimseye güveni yoktu. İçine, kendi dünyasına kapalı bir insandı. Çevresindekilerle çok samimi görünmesine, onlarla içli dışlı konuşmasına rağmen, hepsinden uzaktaydı. O kırıcı, ağır sözleri, küfürleri sanki çevresinin kabalığına, sertliğine, zalimliğine karşı bir çeşit kabuktu.
Sene 1945, rastlaşırlar Sait Faik'le. Sokak sokak gezerler birlikte: Gülhane Park'ından Yüksekkaldırım'ın ara sokaklarına, aşklarını dinleyerek Sait Faik'in. Şanslıdır Akbal, birçok hikayesini ilk duyan o olmuştur. Beyoğlu'nda gezinirken sayısız hatıra biriktirir onunla. Dostu olmak zordur Sait Faik'in ama yanına bir başka şair pek yakışır. Bundandır Orhan Veli ile dostlukları bakidir. Bundandır belki kasımda buluşmaları, birini savururken diğerini getiren. Kasım'da doğmuştur Sait Faik ve kasım alıp götürür Orhan Veli'yi bu dünyadan. Ancak kısa hayatlarında sıkı bir dostluk kurmuştur bu ikili. Hatta Orhan Veli bir mektubunda şunları söyler Sait Faik'e:
’'… Çelme hikayesini buldum ve okudum ve başına bu işi açanlara küfrettim. Harika hikaye azizim.’’
Bir Mayıs günü, Orhan Veli ve Sait Faik ile bir vapur gezintisine çıkar Oktay Akbal. O gün yaşadıklarını Şair Dostlarım kitabında şöyle tasvir eder,
Bir bahar günü Sait Faik ve Orhan Veli ile birlikte yaptığımız bir Boğaz gezintisini hatırlıyorum. O gün Beykoz’a kadar gitmiştik. Vapurumuz küçücük bir şeydi. Üçümüz kenar sıralarda oturmuştuk. Bütün Anadolu iskelelerine uğrayanını aramış, ona binmiştik. Üsküdar’dan Beykoz’a kadar her iskelede Sait beni sınava çekmişti: “Şu iskeleyi anlatmak gerekirse neresinden başlarsın?” Anadoluhisarı iskelesinin yanında küçük bir kahve vardır. Onun önünde durmuştuk. “Haydi, dedi, mademki hikâyecisin, şu kahvede ilk gözüne çarpan nedir, söyle bakalım?” Baktım, üç dört kişi oturmuş kâğıt oynuyor, kahve içiyor, duvarda birtakım renkli basma resimler... İran Şahı’nın Atatürk’le resmi falan. “Bu resimleri belirtirim” dedim. Kızdı birden, “Ulan dedi, o kenarda tek başına oturan ihtiyar sakallı var ya? İşte asıl hikâye o be!” Gerçekten denize doğru bir küçük ihtiyar oturmuştu. Yalnız, sıkıntılı bir hali vardı. Vapuru da değil, denizi de değil, kahvenin önündeki o pis suları seyrediyordu. Sait, yol boyunca hep o ihtiyardan söz açtı, durdu.
Her göz başka bakardı, Sait Faik insanı görüyor ve insanı yazıyordu. O, insanı kağıda yansıtan aynaydı. Oysa Akbal insanın yansımasını kaleme almak istiyordu, insandan geleni... Belki de bu yüzden Sait Faik yorulmadan, gördüğünü içinden gelenle birleştirebildiği için çabasızca üretebilmiştir. Akbal'ı ise varoluşçu düşünceye ve buhranlı, karamsar havalara iten kim bilir belki de o yaşlı adam olmuştur. Vapuru da değil, denizi de değil, kahvenin önündeki o pis suları seyreden yaşlı adam. Çünkü hüzün de mutluluk gibi hep orada. Mesele nereye baktığında. Gözlerin aynı kahvede kağıt oynayan üç dört neşeli veyahut hırsından kızgın adamlarda mı yoksa duvardaki tablolarda mı? Köşede duran ihtiyar sakallıyı kimse görmüyor mu yoksa?
Sait Faik'i en son 1 Mayıs 1954 günü Maya'da açılan bir sergide görür Akbal. Yüksekkaldırım'dan Karaköy'e inerler. Bir birahanede birasını ısmarlar Akbal'ın. Akbal ise vapura kadar eşlik eder Sait Faik'e. Çok defa götürmüştür onu Ada vapuruna öyle. Akşam vaktidir. Galiba yedi vapuruydu, der Akbal.
Uzun zaman onu sanki o mayıs günü kalkan saat yedi vapuru aldı, bir daha geri getirmedi gibi geldi bana. Bindiği gemi çocukluğunun rüyalarındaki gibi bir yere düşmüştü sanki.
Oktay Akbal, Şair Dostlarım, Elif Yayınları, İstanbul, 1964.